Kültürel Boyunduruğumuz : Fetihçilik

Pek çok diğer şey gibi tarihi algılama ve kutlama günlerine ilişkin de çarpık bir durum yaşanıyor Türkiye’de.
Oysa aidiyetleri bir yana bırakarak olaya evrensel insanlık ahlâkı açısından baktığımızda, şehrin 29 Mayıs 1453 günü Osmanlılarca işgali ile 15-16 Mart 1920’de İngilizlerce işgali arasında, işgalcilerin kimliği dışında son tahlilde öz olarak bir fark olmadığını görürüz. Şehrin o anki meşru sahiplerine yabancı olan güçlerin, silah zoruyla işgali anlamında bu iki günün de kutlanması değil, aksine barışçıl ve hakça bir dünya yaratmak için tarihin kaydettiği olumsuzluklar olarak anılmaları gerekiyor. Buna karşılık 6 Ekim 1923 tarihinin, şehrin yabancı tahakkümden kurtarıldığı bir gün olarak kutlanmayı gerektirdiği açıktır.
İşgalden kurtuluşun değil de işgalin kutlanması, ‘Türk sağı’nın, anti emperyalist bilincimizin dayanak noktalarını ortadan kaldırmak ve çağdaş insanlık kavramlarıyla ilişkilenmemizi engellemek amacıyla biçimlenen bir tercihiydi. Bugün ise, İstanbul’un Osmanlılarca işgalinden, dolayısıyla Osmanlı’dan yana konulan bu tercih, artık toplumun şeriatçı ve ırkçı kalıplara dökülmesinin temel bir öğesi haline gelmiştir.

Düşünün ki komşu Yunan halkı, bugün bize ait olan İstanbul’un işgalini, her yıl resmi gösterilerle protesto ediyor ve bunun üzerinden Türk halkının ne kadar ”kötü” olduğunu ispatlamaya çalışıyor olsun! Bunun yaşanmış tarihsel olumsuzluklar üzerinden halklar arası düşmanlık gütmekten başka bir anlamı olmadığı açıktır. Böyle kampanyalardan medet umanların, aslında kendi halkları üzerinde hegemonya kurmak ve toplumu gerçek sorunlardan uzaklaştırarak güdebilmek amacı taşıdığı da açıktır.

Bu belirlemelerin, İstanbul’u işgal etmeyi her yıl büyük törenlerle kutlayan Türk şovenleri açısından çok daha fazla geçerli olduğu, çünkü burada, anılan şeyin işgal olması nedeniyle yapılanın çok daha kötü bir şey olduğu açıktır.

Örneğin her yıl Kudüs’ün başkent ilan edilmesini coşkulu törenlerle kutlayan bir İsrail devleti ve Yahudi şeriatçıların yaptıkları, nasıl ki, İsrail yurttaşlarının ruh sağlığına yönelik bir saldırı, onların Filistin halkı ile barış içinde bir arada yaşama olanaklarının sabote edilmesi ise, İstanbul’un fethinin her yıl coşkulu törenlerin aracı yapılmasının gerçek anlamı da aynıdır. Her iki şeyi yapanlar da aynı ruh halini temsil etmekte ve çağdaş dünyadaki yabancılıklarını gizleyebilmek için toplumun da kendilerine benzemesi için ellerinden geleni yapmış olmaktadırlar.

İnsan aynı zamanda hem İstanbul’un kurtuluşunu hem de işgalini savunamaz. Batı’nın işgallerine, biz değil de onlar yapabildiği için, Müslüman değil de “kafir” oldukları için karşı çıkamazsınız. Çünkü siz fetihçiliği savunurken, başkalarının da gelip size ait olan toprak ve zenginlikleri silah zoruyla ele geçirmeye yönelmesine ahlâki meşruiyet tanımış olursunuz. İkiyüzlü bir demagog değilseniz, bir yandan fetihçiliği savunup diğer yandan demokrasi ve adaletten söz edemezsiniz.
Tarihle barışık yaşamanın iki yolu vardır.
1.      Biri olduğu gibi savunmak; yani fırsat bulunduğunda yinelemek üzere onun aynısı bir toplumsal şekillenme yaratmak,
2.      Diğeri ise fetihleri, dinlere veya uluslara indirgemeden, insanlığın evriminin ilkel dönemlerinin gerçeği olarak kabul etmek ve bugün gerçekten adil, eşit haklara sahip, barışçıl, kimsenin diğerlerinin topraklarına, inançlarına, özgürlüklerine tecavüz etmeden kardeşçe yaşayacağı bir dünya kültürü, buna uygun bir toplumsal bilinç yaratmak.
Osmanlı Devleti tarihi olarak ele alınması halinde, tarihimizin esas olarak bir fetihler ve iç bastırmalar tarihi olduğunu görürüz. Resmi tarihimiz, insani değerlerin değil savaşçılığın erdemine, “din ve millet için” yayılmanın ve bunun için katletmenin doğallığına koşullandırılarak yazılmıştır. Oysa ülkeler işgal etmek, başka inançları boyun eğmeye zorlamak, bunun için kaçınılmaz olarak insan öldürmek, en basitinden temel hakların açık ihlâl idir.
“Tarih, bütün bilimlerin anasıdır ama, tarih bilimi kendi gerçeklerinden kaçan toplumlar için hiçbir önemi olmayan saçma bir çalışmadır. (…) Gerçekçi olmak, gerçeklerin kabuklarıyla yetinmekten utanmakla başlar” diyor Kemal Tahir, Osmanlı Üzerine Notlar’ında.
Oysaki bizdeki resmi tarihçilik, tam tersine, gerçeklerin kabuklarıyla, onların tarih bilincimizi çarpıtmak amacıyla kullanılmasıyla, kendi gerçeklerinden kaçan bir toplum haline getirilmemiz amacıyla biçimlenmiştir. Tarihsel gerçeklerin bilincimize yön vermesini sağlamak için değil, aksine yaratılmaya çalışılan toplumsal kimlik için bir fon oluşturmak amacı taşır.
Nitekim resmi tarihlerden bilgi almaya kalktığımızda pek çok soru yanıtsız kalır. Çünkü resmi tarih, bilgilenmemiz için değil, koşullandırılmamız için yazılmıştır. Osmanlı devlet yapısında bir dönemeç olan Çandarlı tasfiyesinin arka planı geçiştirilir. II. Mehmet’in annesinin Hıristiyan inancıyla ölmüş Madam Mara Despina olduğu ve manastıra gömüldüğü özenle saklanır. Osmanlı’nın Fatih zamanında bir Türk devleti olmaktan iyice uzaklaştığı, buna karşılık gerçek Türk devletleri olan Candaroğulları devletini (1461), Karamanoğulları devletini (1464) yok edip, Akkoyunluları ezmesi Türklüğün gereği gösterilir.
İstanbul’un eski Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın “Fetih bir şenliktir” yaklaşımını özellikle anımsatmak istiyorum. 29 Mayıs’ı, “bütün zamanların en anlamlı günlerinden biri” ilan ediyor R.T. Erdoğan.
İnsanların “anlam” dünyası, diğer insanlar, inançlar ve ülkelerin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmediği müddetçe kendilerini ilgilendirir kuşkusuz. Ancak burada söz konusu edilen şeyin böyle masumane olmadığı açık; çünkü sözü edilen şey bir fetih. 

Sözlüklere bakıyorum, Fetih‘in karşılığında, “bir kenti veya ülkeyi silah zoruyla ele geçirmek” yazıyor; yani düpedüz bir işgal söz konusu olan. Peki ya şenlik ne oluyor? “Eğlendirici gösteri”! Bir yerleri işgal etmeyi övünç nedeni olarak sunmanın ahlâkını, evrensel beyannameler bağlamında hazmetmek hiç de kolay olmasa gerek.

Kaynak: Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006
belgesi-1823

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin