Fatih’in ölümü tarihin karanlık ve önemli dönüş noktalarından birini oluşturur. Zehirlendiğine dair veriler kadar, hastalıktan öldüğüne dair veriler de dikkate değerdir. Ölümünü asıl önemli kılan şey, ölümünün biçimi değil, Osmanlı’da yaşanan önemli dönüşümün merkezine oturmasındandır.
Arkasında bir dizi soru işareti ve sorun bırakan ilginç bir ölümdür bu. Hikaye kısaca şöyle gerçekleşiyor: 27 (veya 29) Nisan 1481’de görkemli bir ordu ve toplarıyla, doğu yönünde, ancak hedefi belirsiz bir sefer için İstanbul’dan çıkıyor. Üsküdar’a geçtikten sonra rahatsızlandığından birkaç gün mola veriyor. Atla gidemeyecek kadar dermansız hale geliyor. Buna karşın gitme kararlılığı gösteriyor ve yola at arabasıyla devam ediyor. Bitkin bir halde Gebze’ye yakın Hünkar Çayırı (veya Tekir Çayırı)’na varıyor, ama ordu gücünü tüketiyor. 3 (veya 4) Mayıs Perşembe günü akşama yakın 49 (veya 51) yaşında vefat ediyor.
Fatih fenalaştıktan ve çare arayışıyla bütün doktorlar başına üşüştükten sonraki bir atmosferde bunlardan birinin zehir vermeyi göze alabileceği kanısında değilim. Dolayısıyla fenalaşma anından itibaren müdahalelerin ya gerçekten tedavi ekmeye yönelik, ya da en azından öyle yapıyormuş görünen çabalar olduğuna inanmanın daha mantıklı olduğu kanaatindeyim. Kuşkusuz yanlış bir ilaç verilmesi ve bunun ters etkisiyle öldüğü de düşünülebilir.
Öyle ki Osmanlı’nın böylesi önemli bir padişahının niye öldüğü konusunda en Osmanlıcı yazarların bile geçiştirici cümleleri dışında çok net bir şey söylenememektedir.
Üstelik iddia edildiği gibi böyle hastalıklar içindeyken, ta Mısır’a kadar gitmeyi göze alması, nesnel tarihçilik açısından ciddi kuşkulara neden olan bir durumdur. Memlûkları ezmek istediğine kuşku yok; ama bu kadar hasta iken böyle bir şeyi hemen istemesi, bunun için böylesi uzun bir sefere çıkması, 50 yaşında bir imparatordan çok aklı bir karış havada bir delikanlının işine benzemiyor mu? Ki Fatih 21 yaşında iken bile her şeyi incelikle hesaplayan bir politikanın temsilcisi olmuştur. Özetle 21 yaşında bile yapmayacağı bir delikanlı tavrını iktidarının bu olgun çağında yapması akla yatkın değildir. Dolayısıyla Fatih’in bu sefere çıkarken ciddi bir hastalıkla malul olduğu kuşkuludur; veya hastalığını düşünemeyecek kadar acil bir durumla, tahtının güvenliğiyle veya ciddi bir saldırıyla karşı karşıyadır.
Burada üzerinde asıl durulması gereken olgu, bu ölüm vesilesiyle Osmanlı Sarayı’nda süregelen iktidar çatışmasının birdenbire ilginç boyutlara tırmanmasıdır. Öyle boyutlu bir çatışma ki Fatih’in naaşı ortada kalıyor. Ortada kaldığı kesindir çünkü üstünde mum bile yakılmıyor, kendi sarayında kokmaya bırakılıyor Fatih’in cesedi, öyle ki yanına kimse yanaşamayacak hale geliyor, çünkü o sırada Saray’da kıran kırana bir iktidar savaşı sürmektedir.
Ölümünün üzerine ortada kalakalan Fatih’in cesedi ile nihayet 11 gün sonra ilgilenilecektir; İshak Paşa’nın oluruyla kokmuş cesedin üzerine nihayet mum yakılacak, Kethuda Kasım cesedin içini boşaltıp ilaçlayacaktır. Ancak bekletme işi devam edecektir; ta ki Beyazıt’ın, 21 Mayıs 1481’de İstanbul’a gelmesine kadar. İşte bunun bir gün sonrasıdır ki, Fatih’in 18 günden beri beklemekte olan cesedi gömülebilme olanağına sahip olacaktır.
Özetle, Fatih’in son günlerinde Osmanlı sarayı’nın durumu, II. Murat’ın son yıllarındaki Saray’ın durumu gibidir. Ancak bu kez saflar ve misyonlar değişmiştir. Sanılanın aksine Fatih, kadir-i mutlak güçte değildir. Gerek süreğen savaş politikasının kapıkullarındaki tepkisi, gerekse halka yüklediği vergiler ve para değerinin sürekli düşmesinin yarattığı tepkiler onu iyice güçten düşürmüştür.
Böylece, “II. Mehmet 1481 yılında öldüğünde, gerçi eskisinden daha geniş ve güçlü bir imparatorluk bırakıyordu; ancak, yorgun bir ordu, sıkıp suyu çıkarılmış ve hoşnutsuz bir halk, öfkeli ve bölünmüş bir seçkinler topluluğu da…”