16 Mayıs’tan başlayarak İstanbul’a bazı haberler gelmeye başladı. Bunun üzerine kabine istifa etti ve Sadrazam olayı, Müttefik Devletler Yüksek Komiserleri nezdinde protesto etti. 17 Mayıs’ta ilk ayrıntılı bilgiler alınmaya başladı! Cinayetler, yağma ve diğer facialar. Basına sansür konmuştu. Fakat telgraflar elden ele dolaşıyor ve İstanbul’da halkın heyecanı gittikçe artıyordu. 20 Mayıs günü olayın ilk tanıkları İstanbul rıhtımına ayak bastılar. Bunlar, işgalin esef verici sahnelerini gözleriyle görmüşlerdi; bu facialar kırk sekiz saat devam etmiş ve Müttefikler tarafından hiçbir müdahalede bulunulmamıştı. 17’nci Kolordu Komutanı’ndan gelen resmî bir telgraf bunların anlattıklarını doğruluyordu. Moral çöküntü yavaş yavaş İstanbul’un bütün Müslüman halkına yayıldı, Hıristiyanlar da bundan rahatsız oldular. Şehirde protestolar, mitingler birbirini izlemeye başladı. Bu, şiddetten uzak, millî bir matemdi. Türk makamları ve halk yüksek bir olgunluk gösterdi. Bunlar, düşmanın eline koz vermek istemiyorlar ve öfkeyle yapılacak bir hareketin daha büyük facialara yol açabileceğini anlıyorlardı. Bu arada birkaç gün gözler Fransa’ya çevrildi ve bir kınama beklendi, fakat Fransa’dan bir ses çıkmadı.
”Öyle ise İngilizleri istiyoruz”
Olayı Lord Curzon ve Hint Müslümanları protesto ettiler. Bunun üzerine Şarklı basın kollarını İngiltere’ye doğru uzattı: ”Biz İngilizleri istiyoruz.” İngiliz himayesini isteyen mazbatalar elden ele dolaşmaya başladı. ”İngiliz Muhipleri Cemiyeti” güçlenmeye başladı ve bir ara sömürgeci partinin gayesine varmak üzere olduğu sanıldı, daha doğrusu, İstanbul’da bu kanı yaygınlaştı.
İzmir’de ise, kırk sekiz saat süren yağma ve taşkınlık hareketlerinden sonra ortalık biraz sükûna kavuştu, ama karışıklıklar vilâyet hudutları içinde giderek yayılmaya devam etti. Bir Fransız subayı şöyle yazıyor: ”Yunanlıların İzmir’e girişinin bilançosu: 300 Türk öldürülmüş, 600’ü de yaralı. Budalaca öfkeleri sırasında yanlışlıkla, vilâyetin Rum asıllı memurlarından olmaları dolayısıyla fes giyen kendi ırktaşlarından on beşini, ayrıca Fransız Demiryol Şirketi’nin gar şefini, İngiliz uyruklu birisini daha öldürmüşlerdir. Rıhtımlar üzerinde, kışlalar önünde, eşlerinden veya oğullarından bir haber almak için toplanmış olan Müslüman kadınları hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar işlenen cinayetlerin ve alçakların izleri ve artıklarıyla doludur. Bazen de savaş tanrısı Mars, görevini hırsızlık tanrısı Mercure’e bırakıyor ve bazı Yunanlı tüccarlar, komitacı çeteleri, kendilerine borç vermiş olan alacaklılarının evlerine kadar götürmeyi üstleniyorlardı.”
Aynı subay şöyle devam ediyor: ”İzmir olayları, Hadise adındaki Türk gazetesine göre Yunanistan’ın bir diğer ülkenin mandasını üzerine almak şöyle dursun, kendilerinin bizzat vesayet altına alınması gerektiğini ortaya koymuştur.”
Durum, bundan daha güzel bir biçimde anlatılamaz.
Acaba Yunanlılar, kırk sekiz saat geçtikten sonra çılgınlık ve taşkınlıklarını durdurup bunları zafer sarhoşluğuyla yapmış olduklarını kabul edecekler miydi?
Hayır, Menemen ve Aydın olayları, onların şiddete ve kendilerine hâkim olamayacaklarını göstermiştir. Eğer İzmir’e geçici bir sükûnet gelebilmişse, bu Müttefiklerin seslerini yükseltmelerinden olmuştur. Şayet böyle hareket etmeye devam ederlerse süratle cezalandırılacakları kendilerine söylenmiştir. Uzaklarda, ülkenin daha içlerinde halka fena muameleler, Müslümanların galeyana gelerek kendilerini savunmak için, başına milliyetçi şeflerin geçtiği çetelerin kurulmasına kadar sürüp gitmiş, ondan sonra artık göze göz, dişe diş formülü uygulanmaya başlamış ve her kötülük cezasını bulmuştur.