Fransa’nın İtibarı Zedelenmişti

Anadolu ile İstanbul arasındaki köprülerin atılması, 16 Mart 1920 İngiliz kuvvet darbesinin ilk ve etkili belirtisi gibi göründü. Buna karşılık Sivas’taki millî hükûmet ise, Batı’ya doğru yaklaşarak Ankara’ya yerleşti. Millî Şef Mustafa Kemal bir bildiri yayımlayarak genel seferberlik ilân etti; aynı zamanda Hıristiyanların bir kılına bile dokunanların ölüm cezasına çarptırılmasını emretti.

 

İngilizlerin İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmekle işledikleri hatadan sonra, 16 Mart 1920 olayı bardağı taşıran son damla oldu. Ama İngiltere de yavaş yavaş millî hareket üzerindeki kontrolünü kaybediyordu. Artık Anadolu’da neler olup bittiğini öğrenebilmek için oralara, kendisine çok pahalıya mal olacak, en seçkin ve tecrübeli haber alma elemanlarını göndermek zorunda kaldı. Bu suretle Mustafa Kemal de ülkesinde söz sahibi tek şef oldu. Ancak, Anadolu’nun gıda maddeleri yardımından mahrum kalan İstanbul’da sıkıntılar başladı. Bir de, bütün dünya Müslümanları, Müttefik devletlerin mütarekeyi kötü bir biçimde ihlâl etmeleri karşısında ayağa kalkacaktı. Bütün bunlar biz Fransızların itibarını sıfıra indirdi.

 

Aslında öteden beri, herkesin çekindiği İngiliz kuvvet ve kudretinden Fransa hiçbir şey kazanmamış, aksine kendinden ve başkalarından memnun kalmayan insanlara özgü, ikinci ve kötü bir rol yüklenmişti. Bu nedenle istemeyerek, söylene söylene müttefikinin arkasından gitti.

 

 

İngiliz politikası: ”Her şeyin kötüye gitmesi

 

benim için daha iyi.”

 

 

Yaptığı yanlışlar ne kadar büyük olursa olsun, kararı yine kendisi verecek ve kendisi uygulayacaktı.

 

Zaten Doğu, her İngiliz vatandaşının gözünde, bir İngiliz nüfuz bölgesi değil miydi? O hâlde bu harekâtta sadece İngiltere’nin dediği olmalı ve her türlü yabancı devlet müdahalesi çok daha sert bir biçimde bir yana itilmeliydi.

 

Onun on sekizinci yüzyıldan beri, sömürgeler için uyguladığı politika bugün için de geçerliydi. Bu politikanın esasları ise, ahlâkı bozmak, jurnalcilik, entrika, yerli halkın bölünerek birbirine düşman gruplara ayrılmasıydı.

 

Bu politikanın uygulama vasıtaları da, yerli halk arasından seçilmiş hainlerden oluşturulmuş birinci sınıf bir haber alma servisi, harekât sahasının zeminini iyice bilen yerli Hıristiyanlar, bolca dağıtılan paralar, aralarına nifak sokarak birbirinden ayırma, millî değeri olan şahsiyetler hakkında ortaya en kötü iftiraları atma ve yaymaydı. Bütün bunlarla istenilen sonuç alınmazsa, kaba kuvvete ve askerî harekâta başvurulacaktı ki bu, asilere er veya geç İngiliz gücü karşısında boyun eğeceklerini anlatacaktı.

 

Bu politikanın en önemli unsurlarından biri de gizlilikti. Biz bütün tartışma ve eleştirilerimizi herkese açık bir biçimde yaparız. Londra’da ise, siyasî meseleler yalnız bu işin uzmanı olan politikacılar arasında görüşülür ve kamuoyunun bundan haberi olmaz. Halk bunların hazırlanışını, sonuçlarını ve amaçlarını asla öğrenemez.

 

İngiliz siyaseti birkaç spor kuralı üzerine dayanmaktadır: ”Bütün gücünle çarpışmadan pes etmek yok. İmtiyazlar müzakere yoluyla değil, karşı taraftan koparılarak alınır. “(Londra, Haziran 1920) Albay L…..’in şu sözleri bu doktrini çok güzel özetliyor: Saldırıların kötü sonuçları üzerine hücuma uğradığı zaman karşısındakilere şöyle cevap vermişti: ”Biz dünyanın en önde gelen milletiyiz ve kimsenin yardımına ihtiyacımız yoktur. Bu yüzden kendi başımıza hareket etmeyi tercih ederiz. İşler kötüye giderse bu bizim için daha iyidir, zira o zaman gerçek gücümüzü ortaya koymak fırsatı doğar” ve ilâve ediyordu: ”Sizin için Doğu bir aksesuar, bir fantezidir. Bizim için ise, bize sadık kaldığı sürece hayatımız, bizi istemediği zaman da ölümümüzdür.”

 

Yolu üzerinde her zaman önüne çıkan rakibi kimdi acaba? Fransa! Asya’da, Afrika’da ağır bir biçimde yenilgiye uğratılan Fransa. 1914 Savaşı bu durumu hiç değiştirmedi. Savaş bittikten sonra, Londra soğuk bir şekilde şöyle konuştu: ”Almanya’ya karşı sizinle birleştik, Doğu için ise, hareketlerimizde bağımsız olmak istediğimizi söylemiştik.”

 

Fransa buna şöyle cevap veriyordu: “Bu tezinizi anlatırken bizi sırtımızdan hançerlemeniz gerekmezdi her hâlde.” (Suriye ve Kilikya olayları, 1920-1921). Bu olaylar Asya halkına kötü bir örnek oldu.

 

Bununla beraber, Doğu ülkelerinin kapladığı sahalar buralardaki halkları eğitmeye aday olan iki, üç, hatta daha fazla devlete yetecek kadar geniş değil miydi? Her şey benim olsun demek, İngiliz emperyalizmi için biraz da Alman emperyalizminin kaderini paylaşmak gibi olmuyor muydu? Nitekim, sivil servisin görevlileri de gülerek, ”Adam sen de, biz her zaman güçlü olacağız” diyorlardı.

 

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin