Özellikle Fatih sonrası Osmanlı devletinin yönetim yapısı, “milli devlet düzeninden, birçok milletleri bir yönetim altında derneştirme demek olan imparatorluk düzenine” geçmiştir.
Burada gerçekten de çok ilginç bir durum söz konusudur: Devlet bir yandan Sünniliği resmi ideolojisi haline getirir ve kuruluşta temel rol oynayan Bektaşi gelenekten sistematik olarak uzaklaşırken, aynı zamanda Türkmen ve Müslüman kökenlilerin de devletin merkezindeki konumlarını yitirmeleri söz konusudur. Deyim uygunsa Sünnileşme, Osmanlı’nın kendi Türkmen geçmişine ve onun heterodoks dini inançlarına yabancılaşmayla ters orantılı gelişiyordu. Kuruluş döneminde Ahi örgütünün devlet örgütlenmesinde önemli bir etkisi olacaktır. Buna karşılık 15. yüzyıldan sonra Ahi etkinliği, yerini medreselerinkine bırakırken, aşiret-Türkmen-Müslüman gelenekten gelen yöneticiler de yerini devşirmelere bırakmıştır.
Çandarlı’nın boğdurulduğu 1453’ten, 16. yüzyıl sonuna kadar iktidar olan 48 vezir-i âzamın sadece dördü Türk-Müslüman soyundandır. Bu durum Fatih ile başlamak üzere Osmanlılığın “milli” kimliğini ne kadar çok yitirdiğinin göstergesidir. Bu vezir-i âzamların üçü ayrıca hadım edilmiş olmak üzere hepsi kendi ailelerinden koparılmış Hıristiyan kökenlilerdir.
Osmanlı geleneği kendini Müslüman-Türk halktan öylesine ayırmıştır ki, Saray erkanının din değiştirmiş veya değiştirmiş görünen Hıristiyan kapıkullarından oluşması bir yana, kendi geçmişleriyle bağları canlı pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız. Birkaç örnek vermek gerekirse; Vezir-i âzam Mahmut Paşa, 1457’de Sırbistan’da büyük Voyvoda olan Mihail Angeloviç’in kardeşidir. Vezir-i âzam Hersekzade Ahmet Paşa, Hersek Dükü’nün kardeşidir. Meşhur Sokullu Mehmet Paşa Peç Başpiskoposu’nun kardeşidir.
Etnik ve dini köken elbette ki kişinin niteliğini belirlemekte ölçüt değildir; ancak burada, birilerince bize “ceddimiz”, “Türklük ve İslam’ın doruğu” diye tanıtılan devletin, hiç de böyle olmadığı ve yaşadığı dönüşüme ilişkin çok önemli bir gösterge ile karşı karşıyayız.
Kuşkusuz başta daha etkin bir savaş aygıtı oluşturmak amacıyla kurulan devşirmelik sistemi daha sonraları, yerel beyler ve güçlü ailelerden bağımsız merkezi bir devletin olmazsa olmaz aracı haline geleceklerdi. Bu kurumlaşan niteliğiyle “devşirmenin asıl nedeni Türklere duyulan güvensizlikti. (…) Sarayda ana dili Türkçe olan pek az insan bulunurdu. Bunun nedeni ne aile ocağı, ne ana babası, ne de dostları olan Hıristiyanların sultana daha sadık olmalarıydı.” Aslında bu mekanizma 8. yüzyılda Abbasilerin kurduğu sistemin bir başka versiyonuydu; bir farkla ki Abbasilerin kapıkulları Slav veya Rumlar değil toprakları işgal edilmiş Türklerdi.
Bu noktada altını özellikle çizeceğimiz şey, resmi tarihlerin iddia ettiğinin aksine, en azından Fatih’le birlikte belirginleşeceği üzere Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığıdır.
1453’e kadar, kendilerinin Oğuz sülalesinden olduklarını ilan edip duran ve alçakgönüllülük gereğinden olarak, Bey unvanı ile yetinen Osmanlı hükümdarları, bu tarihten sonra, bir taraftan Oğuz sülalesinden gelmiş olma iddialarını bırakır oldular; diğer yandan da, padişah-imparator unvanını taşımaya başladılar. Bu sırada, bir Enderun saray mektebi doğdu ki, buraya Türk halkı giremiyor, yalnızca Hıristiyan çocuklar alınarak, devlet idaresine gerekli yönetici kadroyu bunlar dolduruyordu.
Kısaca söylemek gerekirse, Türklerle Osmanlı hükümet mensubu seçme zümre arasındaki çekişmeler, Türkler aleyhine olarak, örneğin XVII. yüzyılın başlarında, önemini kaybetmiş, Anadolu halkı çiftinden başka bir şey düşünmeyen, devlet muhtaç olunca, harplerde, uzak imparatorluk topraklarının kalelerini ve sınırlarını beklemekte harcanan ‘raiyyet’ ve ‘raiyyet evladı’ kişiler durumuna düşmüşlerdir.
Basit halk Türkçesiyle yazan anonim tarihçiler için Konstantinopolis, ‘bir eziyet ve ıstırap adası, felaketlerin toplandığı yer, bir fesat ve iflas kaynağı’ idi. Bu gelişmeler bağlamında Türkmen halkın gözünde Osmanlı;
“Şalvarı şaltak Osmanlı / Eyeri kaltak Osmanlı / Ekende yok, biçende yok / Yemede ortak Osmanlı” olmuştur.
Halk devlete güvenmez, fırsat bulunca, kendine güvenince ayaklanırdı. Osmanlı da devşirme vezirleri ve komutanları aracılığıyla kırbacı ve seferi onun sırtından eksik etmezdi. Özetle bugün sanılanın ve tarihçi kimliğiyle birilerinin bize belletmeye çalıştığının aksine Osmanlı Türk’ün değil, Rum ülkesinin kozmopolit, “milletler” üstü devletiydi.
Osmanlı geleneğinde Türk, “daima olduğu gibi kaba köylüyü temsil eder”. Buna rağmen illa ki onun Türklüğünden söz edecek olursak, bu “Türklük”; ezici çoğunluğu Hıristiyan veya sonradan Müslüman olmuş annelerden doğma padişahlar ve yine istisnalar hariç devşirme bir devlet bürokrasisi, Türklüğü küçümseyen ve aşağılayan bir kültür örgüsünün oluşturduğu bir hanedan devletinin, “Türklüğüdür.”
Naima Tarihi’nde Türklük, devletin kurucu ve asli unsuru olarak değil aksine, “kozmopolit imparatorluk örgütünün kurucu kavimle menfaat çatışması sebebiyle geçmektedir. Bu hallerde de ‘Türk’ kelimesi karalama ve küçümsemeye hedef olmaktadır. Devşirme ile çatıştığı noktada Türk, ‘Türk-ü sütürk’ (azgın Türk), ‘Türkbed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘Etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız-akılsız Türk), ‘Nadan Türk’ (kaba, cahil Türk) olarak nitelenmiştir.”
Osmanlı, Türklüğü aşağılayıp dışlamakla kalmayacak, yanı sıra Türkçeyi de aşağılayan, onun yerine Arapça Farsça kırması yeni bir dili, Osmanlıcayı üreten seçkinliğiyle, dilde de halka yabancılaşmanın ifadesiydi.
İmparatorluk çökerken resmi dildeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısı % 37’ye inmiştir. Osmanlılarca “Türk düşmanı” ilan edilen Uzun Hasan, aynı zamanda Kur’an’ı Türkçeye çevirten ve huzurunda Türkçe okutan, bu kapsamda Kur’an’ı Türkçeye çevirten ilk devlet başkanı olacaktır. Osmanlı Sarayı ayrıcalığını Farsça ve Arapçayı yaygınlaştırarak pekiştirirken, Akkoyunlu ve devamında yükselen Safevi Devleti Türk dilini kullanıp yaygınlaştıracaktır.
Osmanlı için Türk, daha 1466’da yapılan bir derlemedeki; “Türk iti şehre gelecek Farisice ürer” deyişinde ifadesini bulan, “denetim altında tutulması gereken bir yabancı”dır. Saray şairleri bu ideolojinin taşıyıcıları olarak işlev görürler. Osmanlı edebiyatının en seçkinlerinden Baki, “en büyük Türk atalarından” diye sunulan Kanuni’ye sunduğu şiirinde;
Her tac olmaz fahr-u fena ehline sertac
Türk ehlinüney hace biraz başı kabadır
(Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olmaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır, sultan olma yeteneğinden yoksundur) der.
Saray şairlerinin bu Türklük karşıtı söylemlerinin padişahları bağlamadığı iddia edilebilir mi? Unutulmamalıdır ki, söz konusu padişahlar en küçük bir muhalefeti bile acımasızca boğan bir geleneğin temsilcileridirler. Öyle ki örneğin ”Kanuni” namlı Padişah, kendisiyle çeliştikleri noktada dostu ve vezir-i âzamı İbrahim Paşa’nın yanı sıra iki oğlu ve altı torununu bile boğdurmakta ikirciklenmemiştir. Bu durumda Kanuni’nin, kendini en küçük anlamda bile Türklükle ilişkilendirmesi halinde Baki’nin başına gelebilecekleri tahmin etmek zor değildir.
Yine Osmanlı vakanüvislerinden Hoca Saadettin Efendi’den, bizzat Fatih’e atfen öğrendiğimiz şu anı tabloyu bütünlüyor:
Uzun Hasan ile yapılan Otlukbeli Savaşı’ndan sonra, “Türkmen kellerinden oluşan tepeleri dolaşmak üzere, ovayı şereflendirdiği vakit gördü ki, azep eri elinde bir bıçak, ölüler arasında dolaşıyor. ‘Ne iş yapıyorsun?’ diye sorduğunda, azep ayıttı, ‘Sultanım Türkmen ölülerinin kulaklarında olan küpeleri alırım’ dedi. Padişah da hafif gülümseyerek, ‘işine devam et’ diyerek yoluna gitti.”
Esasen Osmanlı tarihinin, Hıristiyanlarla savaş kadar diğer Türklere ve İslamlara boyun eğdirme tarihi olduğunu tekrarlamak en küçük anlamda abartı olmayacaktır. Tabii Osmanlı’nın bu despot tavrı Türkmenlerin süreğen ayaklanmaları ile karşılık bulmuştur.
Özetle Türklük, resmi tarihlerin “en büyük Türk devleti” payesi verdiği Osmanlı’ya rağmen, Türkmen beyliklerinin Selçuklu ve Osmanlı’ya karşı direnişlerinin birikimiyle, kolonizasyon amacıyla Balkanlar’a sürülen Türklerin o yabancı ortamda kendilerini var edebilmenin refleksiyle ve tabii Cumhuriyet’in bu kez çubuğu tersine büken Türkleştirme politikası sayesinde yaşıyor. Kimsenin kuşkusu olmasın ki eğer Osmanlı gücünü süreğen koruyabilmiş olsaydı, bugün Türklükten söz etmek mümkün olmayacaktı.
Bu açıdan Fatih, Türklüğü küçümseme ifadesi olarak kullanan Osmanlı saray geleneğinin uç noktalarından biridir. Padişahlar Müslümanlığı hiç olmazsa kimlik olarak kullanmış, kendilerini onun gazileri olarak sunmuş, egemenliğin güvencesi için de olsa işgal ettikleri topraklara Müslüman nüfus yerleştirmiş ve ayrıcalıklı din olarak Müslümanlığın yayılmasını sağlamışlardır.
Ancak aynı şeyi Türklük açısından söylemek mümkün değil. Türkçe’nin Saray’a girmesine izin vermeyen Osmanoğulları, tüm yazışmalarını, edebiyatlarını Arapça ve Farsça üzerinden yapmış, giderek bu iki dilin belirlediği ve halkın anlamadığı bir Osmanlıca kırma dil üretmişlerdir. Yunus Emrelerin, Karacaoğlanların, Pir Sultan Abdalların Türklüğü açıktır, ama Türkçe konuşmayan ve yazmayan bir Fatih’in Türklüğünü ve Türklüğü yücelttiğini ispatlamak için bilimsel ahlâk dışında yollara başvurmak gerekecektir.
Özetle “Sultan’ın pek çok ırkın karışımından oluşan askerlerine Avrupa’da yanlış olarak verilen isimle ‘Türkler’ denilmiş”tir. Ve ne ilginçtir ki bu gerçek tam da birbirinin karşıtı amaçlarla hem Türkçüler, hem de Türk karşıtlarınca hasır altı edilmeye çalışılır.