29 Mayıs sabahında şehir, liman ve birkaç kule hariç Osmanlı askerlerinin eline geçmişti. Şehre giren komutanlardan bazıları ele geçirilen Bizans ileri gelenlerinin kesilmiş başlarını getirip, Fatih’in atının ayakları dibine atıp bazı esirleri de karşısına dikerek zaferi ilan ettiler.
Osmanlılar şehre girip temel direniş odaklarını etkisiz hale getirir getirmez dört bir yana dağılıp yağmaya başlayacaklardı. Bizanslılar can telaşıyla birbirini ezerek veya yardımsız bırakarak doğu yönüne doğru kaçarken, Osmanlılar da yağma telaşıyla pek çok noktada henüz savaş sürdüğü halde mahallelerin arasına dalacaklardı. Öyle ki, içlerine Barbaro, Justinyani ve Konstantin’in ailesi dahil pek çok insanın doluştuğu sekiz gemi, bu yağma kargaşasından faydalanarak şehirden kaçmayı başaracaktır.
Şehre giren askerler salt talan yapmaz, aynı zamanda kaçmakta olan pek çok insanı da öldürürler.
Osmanlı tarihçilerinde de açıklıkla ifade edildiği gibi, şehirde yaygın bir talan yaşanır: Edirneli Oruç Bey’in ifadesiyle; “…Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını kızlarını ve mallarını alıp esir ettiler. Sultan Mehmet dahi evleri için yağma buyurdu. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala garkoldular ki, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep gazilere nasip oldu. Üç gün yağma ettiler. Üç günden sonra yağmayı yasakladılar.”
Ayasofya gerçekte “kanla” mı alındı, yoksa “tek bir damla kan sıçramadan” mı? İkisinin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. İşin ilginci “rahipleri kılıçtan geçirip Ayasofya’yı kan içinde” ele geçirdiklerinden söz eden Osmanlı’nın önemli tarihçilerinden biri iken, aksi iddia bir “gavura” ait.
Kimileri Ayasofya’nın bu kansız veya çok az kan dökerek boşaltılmasına atfen, “Osmanlılar zaferlerini, Timurvari, suçsuz insanları öldürmek suretiyle kirletmediler” diyerek, buradan Osmanlılara pay çıkartıyor. Oysa Lamartin’in ifadesinde de belirtilen maddi bir nedeni var bunun. Yerleşiklikten uzak göçebe toplumlar işgalleri genellikle ihtiyaçları için yapar, yağmalarlar, yağmalama barbarlığı içinde onlar için artı bir anlam taşımayan insanlardan da yoğun ölümler gerçekleştirir ve çeker giderler.
Bu kadar da değil; Fatih “Mabedin mermerlerinden birini kırmaya çalışan ve bunu din uğruna yaptığını söyleyen askeri, ‘servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir’ diyerek kılıcıyla vurur ve yarı ölü halde mabedin dışına attırır.” Böyle kesin tepkilerle Ayasofya’nın tahribine, keza mozaiklerinin sökülmesine, vs. karşı çıkacaktır; ancak üzerlerini kireçle boyatacak, içindeki tüm kutsalları da dışarı attıracaktır. Evet, mermerine zarar gelmesini engelleyecektir, ama artık Ayasofya olmaktan da çıkaracak, yani onu Hıristiyan’ca yapanların ve 900 yıldır oradan Allah’a Hıristiyan’ca dua edenlerin iradesi hilafına, diğer pek çok kiliseyle birlikte camiye dönüştürecektir.
Oysa yine insanlık ahlâkı açısından tüm inançlar kutsaldır ve hiçbir inanç diğer bir inancın kutsallarını yağmalamak veya ona kendi inancı adına el koymak hakkına sahip değildir. Ahlâk ve adaletten söz edebileceğimiz bir platformda inanç mekanlarını işgal ve ilhak etmek değil, olsa olsa onun yanına kendi inancının mekanını yapmak meşru görülebilir. Başka inançların kutsallarına saygı gösterme erdeminden yoksun olanların gerçekte kendi inancıyla da çıkardan uzak, saf bir ilişki kurmasının mümkün olabileceği düşünülmemelidir. Bu nedenle gerek o gün için gerekse de bugün özgülünde Ayasofya politikası, evrensel değerler ve inanç saygınlığı anlamında önemli bir gösterge oluşturmaktadır. Ancak Fatih durumdan rahatsızdır ve rahatsızlığının ilk tepkilerini; Natoras’ı şehremini yapmayı düşünmek, diğer asillerin fidyesini bizzat ödeyerek Osmanlı sarayına almak, Gennadios’u patrik yapıp Ortodoks kilisesini etkin bir kurum haline getirmek, kendi payına düşen esirleri hemen özgürlüğe kavuşturup ev vererek Fener’e ikamet ettirmek, en önemlisi, ele geçirmek uğruna onca şey göze aldığı İstanbul’u asla salt Müslüman bir şehir yapmayıp aksine kozmopolit bir imparatorluk merkezi olarak oluşturmak, vs. olarak sergilemekte gecikmeyecektir.
Diğer yandan Bizans’ı ele geçirmenin ama Konstantin’in onurunu yenememenin ruh halini yansıtmakta kompleks göstermez Fatih: Konstantin’in cesedini aratır, kesik başını bulur ve onunla; “Allah seni ne kadar yüksek yaratmıştı ve seni imparator yapmıştı; niçin böyle boş yere helak olmak istedin” diye konuşur. Gerçekte bu sözlerde yansıyan, kesilen ama ezilemeyen başa duyulan saygıdır, Onu Hıristiyan adetleri içinde uygun bir cenaze töreniyle gömdürür.
Özetle “çağdaş” takipçileri her ne kadar işin odak noktası olan talanı “diğerleri de öyle yapıyordu” diye mazur göstermeye çalışıyorlarsa da kimsenin diğerinin ardına sığınmaya hakkı yoktu. Talandan, tecavüzler ve kölecilikten gerçekten rahatsız olanlar öncelikle bunları değişik bahanelerle meşru kılan zihniyetleri eleştirerek işe başlamalıydı.
Hıristiyan tarihini, tıpkı bizim Osmanlıcılarımız gibi aklayarak aktaran, Amerika kıtasının işgal ve ilhakını “Amerika’nın keşfi” (!) olarak kutlayanların kuşkusuz Bizans’ı işgal ve ilhak edenlere söyleyecek hiçbir şeyleri olamaz.
Bu süreçte yaşanan kırımın boyutlarını en iyi anlatanlar görgü tanıkları olmuştur. Barbaro, “Türkler şehirdeki pek çok Hıristiyan’ı kılıçtan geçirdiler. Yollarda sanki yağmur yağmış gibi ve dereler kadar kan akıyordu. Gerek Hıristiyanların, gerek Türklerin ölü vücutları Çanakkale Denizi’ne atıldılar. Bunlar kanallardaki kavunlar gibi suyun üzerinde yüzüyorlardı.”
Çandarlı’nın Hal’li
Talan dışında fethin hemen sonrasında çok önemli bir gelişme yaşanır; II. Mehmet, tahta çıktığından beri sabırla beklettiği şeyi yapar, Çandarlı’yı tutuklatıp zindana attırır.
Ayasofya’dan sonra Konstantin’in sarayına giden II. Mehmet, sağ ele geçen Grandük Natoras’ı yanına getirtip, niye bu kadar çok direnip “şu felakete sebep oldunuz” diye sorar. Natoras ona. “…Bundan başka senin adamlarından bazıları sözle ve mektup ile İmparator’a haber göndererek ‘korkma Padişah size tahakküm edemeyecektir’ diyorlardı cevabını vermiş.”
II. Mehmet, Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak onu Edirne’ye yollatır. Henüz öldürecek kadar kendini güçlü hissetmemiş olması mümkündür; halkın nezdindeki imajını yıprattıktan sonra öldürme yoluna gidecektir. Ancak alabildiğine tavizsizdir. Oldukça zengin olan Halil Paşa’nın “120 bin dukaya baliğ hazinesi ve mal mülk nesi varsa hepsini müsadere” ettirir. Aile efradının yas tutmasını tehditle engeller. Zağanos Paşa aracılığıyla halk içinde onun, yukarıda sözü geçen mizansen çerçevesinde “Bizans ajanı” ve “hain” olduğu şayiaları yaydırılır. Ve koşulların olgunlaştığı düşünülünce de, “enva-ı işkence ve azap ile” öldürülür. Bu “enva-i işkence ve azap ile” öldürme durumu diğer tarihçilerce de yinelenir; ki hem Fatih’in Halil Paşa’ya duyduğu kinin büyüklüğü, hem de kişiliğine ilişkin bir ipucu olarak kaydedilmelidir.
Yerine Zağanos Paşa Vezir-i Azam olarak atanır. Ancak Halil’in bu tasfiyesi Zağanos’un da sonu olacaktır; onun katlinin yükü Zağanos’u da iktidar süreçlerinden alaşağı edecektir. Halil Paşa’nın katli gerek yeniçeriler, gerek ulema ve devlet erkanı arasında büyük teessüre ve hoşnutsuzluğa mucip olmuştu.
Bu gelişme diğer benzeri çok yaygın uygulamalardan ayrımla Osmanlı düzeninde yeni bir başlangıcı temsil ediyordu. Öncelikle Osmanlı’da yaygın vezir öldürülmeleri, vezirliğin aynı zamanda en riskli görev yeri olması dönemi başlayacaktır.
Çandarlı’nın Bizans’tan rüşvet aldığı iddia edilmekteyse de bunun doğruluğu veya doğru olsa bile bu nedenle idam edilmesi inandırıcılıktan yoksundur. Esasen Fatih’e toz kondurmayan tarihçilerin çoğunluğu bile bu iddiaya itibar etmezler.
Çandarlı’nın el konan mal ve mülkü II. Beyazıt tarafından varislerine iade edilecek, ancak bu durum, devletin artık biçimlenmiş olan merkezi yapısında bir değişime neden olmamakla birlikte dini kimliğinin artışına yol açacaktı.
Eğer gerçek bir temsiliyetten söz edeceksek, Çandarlı, hiç kuşkusuz o zamana kadar ki Osmanlı düzeninde, Osmanlı hanedanından çok daha Osmanlı’dır. Müslümanlık ve Türklük anlamında nesep olarak tam tersi bir tablo çizen Osmanlı sülalesine (ikinci padişah Orhan’dan itibaren tüm Osmanoğullarının anaları din değiştirmiş veya değiştirmemiş Hıristiyan kadınlardır) oranla “bozulmamış” saf bir aile geleneğinin temsilcisidir.
Kaynak: Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006
belgesi-1830