Weber ve Foucault’nun zorlu çalışmaları, ortak bir soru üzerine eğilmeleri bakımından birbirine yakınlaşır: İnsan, hangi teknikleri kullanarak kendini uygulamalı beşerî bilimlerin (hukuk, tıp, iktisat, eğitim ve kamu yönetimi) rasyonel disiplinine tâbi kılmıştır? Açıktır ki, bu sorunun yanıtını, Weber külliyatında ya da Foucault’nun erken dönem arkeolojik çalışmalarında; aynı tarihsel ve karşılaştırmalı ayrıntılarla bulmamız mümkün değildir. Bunun yerine, iddia edeceğimiz, Foucault’nun disiplin toplumu çalışmalarındaki bazı açılımlar toplumsal rasyonalite kavramının farklılığına rağmen, Weber’in modern bürokratik devlet ve ekonomiye ilişkin biçimsel analizi için tamamlayıcı olmuştur. Böylece, Weber’in bürokratik devlet ve ekonomiye ilişkin açıklamalarının analitik ve tarihsel özellikleriyle, Foucault’nun, hükümet, ekonomi ve sosyal politikaya ilişkin beşerî bilimlerin söylemsel üretimine ve bu üretime eşlik eden, itaatkâr bedenlerin hapishane, çalışma evleri ve fabrikalarda disiplin altında tutulmasına ilişkin analizleri arasında ilişki kurulabilir. Marksist devlet iktidarı anlayışına eleştirel yaklaşmasına rağmen, Foucault’nun, Marx’ın fabrika disiplininin yükselişine dikkat çekmesini, VVeber tarafından benimsenen disiplin ve iktidar teorisinde temel varsayım olması bakımından göz ardı edemeyiz. Çalışma, sağlık ve eğitim haklarını sağlayan devlet tarafından desteklenen denetimlerin bürokratikleşmesi, iş süreci, iş disiplini ve Taylorizm üzerindeki mücadelenin tarihsel bir taslağını çıkarmak, emeğin, tedavi edici devletin disipliner kültürü tarafından nasıl itaatkâr hale getirildiğini anlamak için gereklidir (Miller ve Neussus, 1979; Hirsch 1979).
I. Devlet İktidarı, Bürokrasi ve Biyo-Politika
İnsanın kendi üstünde kullandığı iktidarın arkeologu olması nedeniyle, Weber’i, Foucault’nun disiplin toplumu kavramının müjdeleyicisi olarak görmek abartılı olmayacaktır. Rasyonelleşmenin artış süreci olarak anlaşılmış olsa da, tarih hiçbir durumda, rasyonel özü için araştırılmaz. Batı politik tarihinin, ancak tarihin bir buluşu olarak anlaşılabilir olmasına rağmen, tarih, bireysel özgürlüğün hikâyesi olarak da görülemez. Müdahil olan rasyonalite, bireycilik ve özgürlüğü kapitalizm, bürokrasi ve modern tedavi eden devletin muazzam disiplin kurumlarında bir araya getiren, kurumların mantığıdır. Modern toplum, özgürlük ve bağımsız akıldan feragat ederek, kendini, zengin, zeki ve güçlü hale getirmektedir. Bu eğilimlerin sosyalist tanıları, ne Weber’i ne de Foucault’yu fazlaca cezp etmiştir. Tabii ki, bu düşünürlerin Marx’ın analitik kaygılarından bütünüyle arınmış olduğu düşünülemez. Her ikisi de, insan rasyonalitesinin radikal sonluluğunu anlayışları bakımından, Nietzsche’ye Marx’a olduğundan daha yakındırlar (Foucault 1970). Bu noktada, Weber de Foucault da, Marx’ın son kertede Romantik rasyonalizminden ve onun sosyalist devlet bürokrasisi içindeki üzgün yakarışlarından uzaktır. Her ne kadar Weber, zaman zaman, disiplin toplumunda esecek karizmanın çöl rüzgârlarına hasret kalsa da, her iki düşünür de kendini, kararlı bir biçimde aşkın rasyonaliteden ayırmaktadır. Ancak Foucault, VVeber’den farklı olarak, böyle bir tereddüde sahip değildi.
Kimse, şeyleri, karşısında rasyonalitenin şöyle ya da böyle mükemmel biçimlerinin kurucuları olarak değerlendirilebilecekleri mutlağa göre değerlendirmez. Daha ziyade, rasyonalite biçimlerinin, kendilerini pratikler ya da pratik sistemleri içerisine nasıl yazdığını, bu biçimlerin onlar içinde ne rol oynadığını inceler çünkü "pratikler”in, belirli bir rasyonalite rejimi/sistemi olmadan mevcut olamayacağı doğrudur. Ama bu sistemi aklın değerine karşı ölçmekten ziyade, iki eksende analiz etmeyi tercih ediyorum: Bir yanda, kodlama/reçetelendirme (kurallar, prosedürler, amaca yönelik araçlar, vs. topluluğunu nasıl meydana getirdiğine ilişkin); diğer yanda doğru ya da yanlış formülasyon (hakkında doğru ya da yanlış fikirleri ifade edebileceği nesneler alanını nasıl belirlediğine ilişkin) (Foucault 1981:8)
Disiplin bilimlerinin ve onların teknolojilerinin yönetimsel kontrolünün söylemsel üretimindeki herhangi bir geri dönüş için tek imkân, Foucault’nun da belirttiği gibi, bilgi/iktidar karmaşasına ilişkin arkeolojik çalışmaların eşzamanlı olarak tarihsel ve politik sessizliğe mahkûm edilmiş (en az kapitalizmdeki kadar sosyalizmde de) grupların (basitçe proletarya olarak tanımlanamayacak) tâbi kılınmış bilgisini ortaya çıkarmaktır. Diğer yandan, eğer VVeber, devletin, ekonominin ve toplumun bürokratik üretimi görüşünde herhangi bir çözüm görmediyse, bunun nedeni, onun, genel anlamda bilimi, özel anlamda sosyal bilimleri, bir konu olarak keşfettikleri ve eşzamanlı olarak, kendi disiplinler arası örgütlenmeleri için kaynak olarak konuşlandırdıkları rasyonelleştirme sürecinin üretimindeki "hizipler" olarak görmesidir (Wilson 1976; 1977). Böylece VVeber, mesleğini pozitif sonluluğu aşamayan tarih ve politika üzerine düşünümleriyle sınırlı bir "uzman" olarak icra etmiştir. Weber’in disiplinine olan bağlılığı bir öz-yabancılaşma ya da bilimde, inancımızın sınırlarını görmüş olan bir bireyin sorumlu etiğinden daha fazla politik vicdan azabı kipi belirtmez. Alternatif, düşünümün barbarlığına bir sıçramadır ve yeni insanı eski insanın sırtına yüklemek için tarihin döngüsünün ütopyacı duasıdır.
Weber’in bürokratik örgütlenmenin ve disiplinin biçimsel özelliklerini incelemesi (1947; 1967), doğa ve topluma ilişkin bilimsel bilginin üretimi için olan kurumlarla ilgili çalışmaların yanısıra; hastaneler, ordular, okullar, kiliseler, iş örgütlenmeleri ve politik örgütlenmelerle ilgili çalışmalara da yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Hukuk düzeni, bürokrasi, belli bir toprak parçası üzerinde bağlayıcı yargı yetkisi, meşru güç kullanma tekeli modern devletin özsel nitelikleridir. Bu unsurların birleşimi yalnızca Avrupa’da ortaya çıkmıştır ve ancak meşruiyet, politik otoritenin icrasını belirleyen bürokratik kanunların bütününde yer ettiğinde tamamen var olabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Weber’in modern hukuk devleti kavramı tamamen formeldir: Kanunlar, ancak prosedürler doğru ve doğru bir prosedür yasal olduğunda meşrudur. Tabii ki Weber, politik meşruiyetin mevcut değer-bağlamlarını görmezlikten gelmemiştir (Schluchter, 1981). Doğal hukuktan yasal pozitivizme olan tarihsel kaymayı görmüş ancak yirminci yüzyılın olaylarının, devlet barbarlığını dizginleme çabasıyla doğal hukuku yeniden eski mevkiine getirme girişimlerine öncülük edeceğini öngörememişti. Foucault’nun modern devlet aygıtının yükselişine ilişkin çalışmaları, Weber’in meşrulaştırma süreçleri kavramını değiştirememiştir. Çünkü Foucault’nun çalışmaları çok daha biçimseldir. Foucault’nun demek istediği de tam böyle bir şeydir. Her ne kadar Weber, .yasal ve bürokratik yönetimsel sürecin belgelere dayanan büyümesini görmüşse de, onun beden politiği üzerindeki etkilerini tahmin edememiştir. Buna karşın, Marx gibi Foucault da devletin gücünün ve ekonominin üzerine yazıldığı nihai metin olarak beden fikrini asla bırakmamışlardır (O’Neill 1972; 1985). Aynı sebeple, Foucault, iktidarın tıbbileştiriciliğini kavrayabilmek için Weber’in yasal-rasyonel meşruiyet kavramının ötesine geçebilmiştir.
Somut konuşursak, on yedinci yüzyıldan başlayarak, yaşam üzerindeki iktidar iki basit şekilde evrildi; bu şekiller birbirinin antitezi değildi; ancak gelişimin iki kutbunu oluşturdular ve bir aracı ilişkiler yığınıyla birbirlerine bağlandılar. Bu kutupların biri -öyle görülüyor ki, ilk önce meydana gelen- bir makine olarak beden ve onun disipline ediciliği, yeteneklerinin optimizasyonu, güçlerinin zorbalığı, itaatkârlığına paralel olarak kullanışlılığının artması, uzman kontrolü ve ekonomik kontroller sistemine dahil olması üzerine kuruldu. Bütün bunlar, disiplinleri tanımlayan iktidar süreçleriyle sağlandı: Bedenin anatomi-politiği. İkincisi, bir süre sonra meydana gelerek, türlerin bedenlerine ve biyolojik süreçlerin temeli olarak bedene odaklandı: Üreme ve uzun ömürlü olmayla birlikte bunlara herhangi bir değişikliğe neden olabilecek tüm koşullar. Bu koşulların denetimi, bir dizi müdahale ve düzenleyici kontrol aracılığıyla sonuç verdi: Nüfusun biyo-politikası (Foucault 1980: 139).
Weber’in bürokrasi tartışması büyük ölçüde, yasal tahakküme, sırasıyla, yönetimsel rasyonelliğini ve yeterliliğini sağlayan politik ve ekonomik örgütlenmenin yasal ve rasyonel hesaplama gereklilikleriyle şekillenmiştir. Weberci bürokrasi kavramının formel-analitik özellikleri, ordunun, kilisenin, üniversitenin, hastane ve siyasi partilerin -gelişmekte olan ilgili sosyal bilimlerin örgütlenmesinden söz etmeye bile gerek yok- işleyişin-deki kurucu pratikler olarak anlaşılabilir. Her ne kadar Foucault (1975; 1979a), bürokratik süreçleri Weberci tarzda incelemese de, onun hapishane, hastane ve okula ilişkin çalışmaları, yasal-rasyonel hesaplama süreçlerini bedensel, davranışsal ve tavırsal disiplinin yönetimine ilişkin tekniklerde temellendirmede Weber’in çalışmalarının ötesine geçmektedir. Böylelikle Foucault, Weber’in formel-rasyonel bürokrasi ve yasal hâkimiyet kavramını, bürokrasi ve iktidarın fizyolojisiyle tamamlamıştır; bu da disiplin toplumunun nihai özelliğidir. Bu nedenledir ki, tarzındaki zorluklara rağmen Foucault, sosyal bilimcilerin ilgisini çekmektedir. Weber’de bürokrasiyi, ekonomiye ve burjuva demokratik devletine hâkim olan sınıfla eş tutarak açıklama eğilimi vardır. Ekonomi ile politika, sınıflarla elitler, en çok da devlet aygıtı ile devlet iktidarı arasında çizilebilecek sınıra ilişkin pek çok sorun vardır. Bürokrasi, ekonomide olduğu gibi, devlet aygıtının en baskın işleme biçimidir. Ancak bürokrasi, ne kendinde bir sınıftır, ne de devlet iktidarıdır. Bürokrasinin daha ziyade, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin ve devlet içindeki bireyler arasındaki sosyoekonomik ilişkilerin yeniden üretimine yönelik bir strateji olduğu söylenebilir. Bu nedenle bizim, emeğin üretim araçlarının mülkiyetinden ayrılmasının tarihini, kısa bir şekilde olsa da ele almamız gerekir. Diğer bir deyişle, burjuva devletin tüzel kişilere, sömürü sistemine ve devletin, kötüye kullanımlarını düzelttiğinde savunduğu disipline (ataerkil ve bürokratik) özgürce katılmalarını sağlayan yasal haklarını nasıl verdiğini görmek/anlamak zorundayız. Devletin ve yasal süreçlerin ideolojik işlevi, toplumsal işbölümü ile bireylerden ve onların şahsi niteliklerden bağımsız olarak, adli düzeyde bireysel eyleyiciliği kurmaktır (Poulantzas 1973). Bu etkinin sosyolojik kodlaması, VVeberci ve Parsoncu rasyonel-yasal hesaplama süreçleri analizinde (1951) ve bu analizin, yeterince hevesli, yani yalnızca görevlerine uygun işlevlerle ilgilenen disiplinli bireylerin gerekli davranış modellerine göre sistemli bir şekilde düzenlenmesinde bulunabilir.
Bağımsız hukuki öznenin ideolojik yalıtımının sağladığı şey, piyasanın hakimiyetindeki emek sistemine bağlı olan öznenin ekonomik bağımlılığını tersine çevirmiş olmasıdır. Hattâ bağımsızlık meselesi ekonomi alanından siyasete kaydırıldığı için, ekonomi de kendini, öncesinde bütün kapitalistlerin de emekçiler gibi özgür olamadığı, piyasanın harici kanunlarının "bağımsız" disiplininin hükmü altına girebilir. Bu özellikler, "piyasanın" yerine "bürokrasi" geldiğinde de, devlet ve kapitalist üretime ait sosyo-ekonomik süreçlerin ayrımı üzerindeki cilaymış gibi korunur. Aynı şekilde, burjuva devleti kendini, sınıf temelli üretim sisteminin ve emek disiplininin, bireyselleştirilmiş hak ve ödevler savunusunun ötesinde kökten bir şekilde değiştirmeye çabalamaksızın, münferit etkilerini bütünleş-tirilmekle sınırlamıştır. Ancak bu iddia, VVeber, Marx ve Foucault’nun, disiplin toplumunu şekillendiren iktidarın manevralara ilişkin kuramsal öngörülerini oluşturduğu hareketi tekrar kavrayabilmek için, tarihsel bir perspektif içinde (kısaca da olsa) yeniden değerlendirilmelidir.
II. Endüstriyel Disiplinin Yükselişi
VVeber ile Foucault arasındaki geçişi anlamak için, endüstriyel disiplinin taıilııııe kısaca bakmak anlamlı olabilir. Bu bizim, VVeber’in sosyal ve politik kontrolün rasyonelleştirilmesine formel-analitik yaklaşımı ile fabrikaya ve iş sürecinin zamanla bürokratikleşmesine doğru geçiş bağlamında tasarlanmış söylemsel stratejiler ve disipliner iktidarın fizyolojisi aracılığıyla Foucault’nun yaklaşımı arasındaki farklılığı değerlendirmemizi sağlayacaktır. Aynı şekilde, bu bize, endüstriyel ve bürokratik disiplinin, üretimin teknik araçları ve toplumsal örgütlenişine dair sermaye ve emek arasındaki tarihsel mücadeleden kaynaklandığını anımsatarak (Bra-verman 1974; Burawoy 1984; Pollard 1963; Reid 1976; Thompson 1967), Foucault’nun Marksist iktidar teorisi eleştirisini ele almamızı sağlayacaktır. Bu son derece gereklidir çünkü Foucault bir yanda devlet iktidarına ilişkin bazı Marksist kavramlara karşı başarılı olurken, öte yandan onun düşünceleri, bizleri artık her yerde ve hiçbir yerde bulunan iktidarın kurbanları olarak bırakma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Her ne kadar, Laslett’ten (1965) ya da Wall’dan (1983) bildiğimiz kadarıyla, doğal hane ekonomisi mitinin sürdürülmesi artık mümkün olmasa da, on sekizinci yüzyılın ortalarında Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla, aile-bazlı üretim ve yerel imalat sistemleri baskı altına alındı. Pamuk sanayii gibi özgün bir örnekte, ev ekonomisi, tarımsal mevsimlere olan bağımlılığının giderek daha da azalmasıyla, yeni adımlara ayak uydurmak zorundaydı (Smelser 1959; Edwards ve Lloyd-Jones 1973; Anderson 1976). Bu yöndeki itki kendini, üretim darboğazlarında, eğirme ve dokuma arasındaki dengesizliklerde, patronların ev ekonomisinde çalışan işçilerin giderek artan bağımsız, öz-denetime sahip, keyfî olarak çalışmalarından duyduğu hoşnutsuzluklarda gösterdi (Reid 1976). Ev ekonomisi sistemi, kontrol ve disiplin açısından fabrika sistemiyle ve sürekli üretimin çıkarlarına hizmet eden Metodist değerlerle karşılaştırılmaz (Burrell 1984). Bu nedenler işçiler, mahkemelerde ve basında tembellik, sahtekârlık, ayyaşlık ve ahlâksızlıkla yaftalanıyordu. Fabrika patronları, bu dik-başlı emek anlayışına, genel bir kural olarak katı ve acımasız koşulların dayatılmasıyla ve eski düzeni dönüştürmek adına "örnek cemaatler" için önerileriyle ters tepkilerini gösterdiler. Her durumda, işçi disiplini, emekçi yoksulun ahlâki alışkanlıklarını geliştirmek, onları daha itaatkâr, dakik, sorumlu ve ılımlı hale getirmek için gerekli ana maddeydi.
Bütün bu yollarla -işbölümüyle, emeğin denetlenmesiyle, ziller ve vardiya saatleriyle, para teşvikleriyle, vaazlık ve eğitimle, fuarların kapatılması ve sporların yasaklanmasıyla- yeni işçi alışkanlıkları ortaya çıktı ve yeni zaman disiplini dayatıldı (Thompson 1967: 90).
Eğirme ve dokumadaki teknolojik değişikliklerle, yerel sistem ve aile ekonomisi üzerindeki baskı daha da arttı. İplik eğirme makinesi ve dokuma makinesi (watcr-frame), eğirme işini kolaylaştırarak fabrikaya taşıdı ve ilk olarak, erkekler yerine kadın ve çocukları getirdi. Düzenlenmiş çıraklık ve tüm ailenin fabrikada işe alınması sisteminin bir süre daha devam etmesine rağmen, bu uygulama elbette, ailenin ahlâki ekonomisini ciddi anlamda tehdit eden bir şeydi. Bu nedenle, Smelser’ın yorumu şöyledir:
Geç on sekizinci yüzyılın dokuma makinesi, ekonomik rasyonalitenin ideal koşullardan ancak belli bir miktar uzaklaşabilmişti. İşçiler, üretim araçlarından koparılmıştı ancak işçiler düzenlenmiş çıraklık ve tüm ailenin işe alınması şeklinde iş sahibi olmayı sürdürdü. Erken dönem kapitalistler için disiplin önemli bir sorundu ancak icra edilmesiyle, fabrika öncesi toplumsal yapının gevşek aile bağlarından tamamen ayrılmadı (Smelser 1959: 107)
Çarkların ve buhar gücünün kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, fabrika sistemi ve disiplini daha da açık hale geldi. İşçilerin üretim araçlarının mülkiyetinden ayrı tutulmaları, sermayenin emek üzerindeki kontrolünü arttırdı. Aynı şekilde, işçiler de kendi hızları üzerindeki denetimleri kaybettiler (Thompson 1967) ve giderek daha çok yöneticilerin disiplinine maruz kaldılar. Pamuk sanayiinin eğirme bölümünde gözlemlediğimiz değişimler, dokuma işinde farklılaşma ve yeniden gruplaşma gibi benzer değişikler için de baskı yapmadan sürekli hale gelemezdi. Eğirme işi dokumacıları geçince, eğirmeyi yerel ev ekonomisindeki temelinden koparma ve onu el tezgâhlarına ve nihayet motorlu dokuma fabrikalarına taşıma yönündeki baskılar arttı. Buradaki ciddi fark, motorlu dokumada, çarklı döndürmenin aksine, erkek işçilerin yerine kadın ve çocukların ça-hşmasıydı. Pamuk sanayiinde çalışan erkekler, aile ekonomilerindeki değişikliklere makine kırarak, grev başlatarak ve isyan çıkararak yanıt verdiler. Vasıflı statülerini her zaman koruyarak, parça başı ücret, çocuk emeği ve on saatlik iş gününe karşı mücadele ettiler. El tezgâhı dokumacıları vergi indirimi talep ederek, şiddete ve politik ajitasyona; Cobbett, Owen ve Chartisûerin ütopyacı hareketlerine yöneldiler. 1833 ve 1844 Anlaşmaları çocuk emeğini azalttı, böylece çocuk eğitimi ve gelirle ilgilenmesi için ailenin ve devlet kurumlarının üzerindeki baskıyı artırarak, yetişkin ve çocukların iş günlerini ayırmış oldu. Böylelikle işçiler sendikal örgütlenmelere, yardımlaşma derneklerine ve artık eski yardımlaşma sistemi tarafından idare edilemeyecek koşullan idare etmek için tasarruf bankalarına başvurmaya başladı.
Bu tarihlerin tamamını inceleyemeyiz. Dahası, işçi sınıfının evrimi (Form 1981; 1983) ve reformizme ya da devrime yönelecek olmasına ilişkin meselelerin karışıklığı, konuya ilişkin empirik çalışmaların çokluğuna rağmen çözülememiştir. Bu noktada şunu söylemek yeterli olacaktır; pek çok örnekte işçi disiplini, bunu öz-disipline dahil edebileceğimiz durumlarda bile, hükmetme kaygısının bir örneğidir -işçilerin zanaatlarını ve buna eşlik eden statülerini korumak için yürüttüğü mücadeleler sırasındaki yemek isyanları ve grevler, genellikle, işçilerin yönetimsel kontrollerin dışında disiplinsiz bir tabiata sahip olmasının kanıtı olarak gösterilir. Endüstriyel disiplinin emekçi sınıfları hiçbir zaman tam anlamıyla kapsa-yamadığı olgusu da geçerliliğini hâlâ korumaktadır. İşçiler, endüstriyel dönem öncesi pek çok değere hâlâ bağlıydı; işin nasıl sabote edileceğini, yavaşlatılacağım ya da iş bırakmayı ve geri çekilmeyi öğrenmişlerdi (Palmer 1975; Stark 1980; Littler 1982). Emek disiplini, bugüne dek, yönetim ve idari teşkilatı zorlamaya devam etmiştir. Bu nedenle, üretim araçlarının kapitalist denetimi söz konusu olduğunda naif bir ekonomizmden uzak durmak gerekir. Bu denetim, tamamen teknik bir bakış açısından bakıldığında, verimli görünebilir; hattâ bu yönde bazı rekabetçi itkiler de olabilir. Ancak kapitalizm, kendini yeniden-üretmeyle ilgili bir sistemdir. Bir başka deyişle, üretim araçlarının toplumsal denetimi kapitalizmin sınıf sistemini yeniden üretmelidir -bu kural, teknokrasiye uygulandığından az olmamak koşuluyla bürokrasiye de uygulanmalıdır.
Üretimin gelişmesi için gereken bütün araçlar, kendilerini üreticilerin sömürüsü ve tahakkümü için araçlara dönüştürmüşlerdir (Marx 1906: 709).
Böylece kapitalistler, kendilerini aynı zamanda endüstriyel rasyonelleştir-menin gerekliliklerini yerine getirmek zorundadır (Pollard 1963). Görünüşte Protestan olmak bu gerekliliklerden bir tanesidir; diğer bir gereklilik ise dar anlamda Protestan olmaktır. Bu nedenle, girişimciler olarak kapitalistler, işçiler gibi Taylorculuktan beslenmeye karşı direnç gösterdiler. Littler’in de işaret ettiği gibi (1978; 1982) işçi disiplini ve idaresini bir arada tutmayı tercih ettiler. Muhasebe ve masrafların, hisse senetlerinin, genel giderlerin, verimlilik ve kârlılığın denetlenmesini artıran maliyet hesabı işlerini yapmak mühendislere düştü (Hill 1981). Mühendisler ve orta kademe yöneticiler, bu anlamda kendilerini sermayenin uşakları haline getirdiler. İş sürecinin, zanaat bilgisini ve emek dayanışmasının denetlenmesi bilimsel yönelim ve profesyonel mühendisliğe duyulan ilginin daha da artmasını sağladı (Rodgers 1979). Bu noktada, tehlikede olanın, bilimsel verimliliğe olan soyut inancın değil, iş süreci üzerindeki kapitalist hegemonyanın olduğunu görmemiz önemlidir. Taylorculuk, bağımsız emeğin değerlerine ve haysiyetine ahlâki olarak yabancıydı. Taylor’un tembel, hayvansı, alkolik; ancak disiplin ve sıkı denetim tehdidi altındayken çalışan biri olarak işçi kavramı, kendi kendini düzenleyebilen emek anlayışına aykırıydı. Buna rağmen, Taylorculuk zamanla ılımlı sendikalizme, toplu sözleşmeciliğe ve emeğe sağlanan çeşitli paternalistik ve refah imtiyazlarına uyum sağladı ve mülkiyet sahipleri, ikramiye sistemine, parça başı işe, en küçük işlerde bile karar yetkisinin kaybedilmesine ve hız denetiminin azalmasına karşı yürütülen işçi sınıfı mücadeleleriyle uzlaştı. Aslında, sendika hareketinin kendisi, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında, bilimsel idarenin özelliklerini kapsamıştı. İdare, ne zaman e-mek ile sermaye arasında müzakere etmeyi başaramasa, emek tarihsel mücadelesine geri döner, sermaye de kanun ve düzeni sağlamaları için polisten, gerekiyorsa da ordudan yardım ister. Ancak her nasılsa, istisnai durumlarda kullanmak üzere yasal gücün saklı tutulması hem devletin hem de sermayenin çıkarınadır. Bu da ancak, şimdi yeniden bakabileceğimiz disiplin toplumu, yarı-doğal bir etki yaratmaya dayandığı, yani tarihsel ve politik bilinçten uzaklaştırıldığı ölçüde sağlanabilir. Bu durumun nasıl eleştiriye tâbi tutulmaksızın değerlendirildiği, liberal bürokrasi ve iktidar kavramı üzerine (Crozier 1964) olan bazı sonsözlerde görülebilecektir.
III. Hapishane ve Fabrika
Kısaca sözünü etmiş olduğumuz emek tarihinin, klasik politik ekonominin ve yeni endüstriyel ekonomi tarafından yaratılan yoksul, hasta, isyankâra ve suçlu nüfusa "jandarmalık" etme kaygılarının orijinal çerçevesine yerleştirilmesi gerekir. Modern ekonomi özerkliğini, kaygılarını, klasik politik ekonominin ahlâkından ve yönetimin orijinal disiplinsel biliminden ayırarak kazanmıştır. Bu nedenle, Foucault’nun çalışmalarının ışığında, itaatkâr emek gücünün erken dönem endüstriyel kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda üretiminde, endüstriyel disiplinin hapishane disipliniyle ilişkili olarak nasıl geliştiğini yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Ancak böylelikle, geç kapitalizmin bürokratik disiplininin bedensel disiplinin yakın tarihini nasıl temel aldığını, başka bir deyişle, toplumun daha yüzeysel davranış denetimlerini nasıl sağladığını görmek mümkündür
Feodalizmin gerilemesi, çitleme hareketleri ve manastırlara ait mülkiyete el koyulması, eski köylüleri serseriliğe ve suça sevk etti. On beşinci ve on altıncı yüzyılda yasama, güçsüz yoksulları, alışılmışın dışındaki "sağlıklı yoksul"dan ayırma göreviyle karşı karşıyaydı. İlkinin dilenmeye izni vardı, ikincisi ise hapishaneden biraz farklı olan çalışma evine ve fabrikaya girebilecek kadar şanslıydı. Zorunlu emekçilerin ayrı tutulması, kısmen, ücretsiz emek arzının düzenlenmesine yaramıştı. Daha çok ise, eski köylüler ve zanaatkarlar, yeni özgürlüklerine karşı koyduklarında, onların disipline edilmesi ve gizlice izlenmesi* için gerekçe oluşturmuştur. Erken dönem kapitalistler, yalnızca ücretleri mümkün olduğu kadar düşürmekle kalmamış, uzun çalışma saatlerini ve kötü çalışma koşullarını kabul etmeleri için de disiplin altına alınmış ücretli emeğe ihtiyaç duymuştur. Ayrıca onlar, toplumsal düzenin tamamen düzensizleşmesini önlemek için, popüler kültürü ve sanayi öncesi emekçilerin alışkanlıklarını da yok etmişlerdir (Ignatieff 1979: 183-4). Böylece, Kalvincilik, hayırseverlik, yortu gibi Katolik davranışlarının yerini almada oldukça etkiliydi. Eğer Protestanlık, dinsel otoriteyi cemaatten ayırmışsa, aynı otoriteyi fabrika içinde yeniden kurduğu söylenebilir. Aslında, Protestanlık ataer-killiği hem ailede (Stone 1979: 103-5) hem de, daha sonra hastane ve hapishanede olacağı gibi, aile bağlarıyla işleyen çalışma evinde yeniden canlandırmıştır.
Eğer hapishane toplumun bir örneğiyse -burada, hâlâ metaforla ilgiliyiz-, Protestanlar ve tüm Kalvinci toplum görüşlerinin, çalışma evi biçiminde bir gelecek hapishanesi örneği yaratmaları uzun yıllar almayacaktır (Melossi and Pavarini 1981: 28-9).
İngiltere’de, hukuka ve düzene aykırı olmasına ve korkunç cezalandırmalarının etkisiz olmasına rağmen, mülkiyet sahibi sınıflar, rasyonel ve faydacı ceza reformlarını kabul etmede acele etmiyordu. Bu isteksizlik, pekâlâ, on sekizinci yüzyıl burjuvazisinin geniş bir ordu ya da polis gücü olmaksızın hegemonyasını kurmasını ve icra etmesini sağlamış hukukun ve otoritenin uygulamalarından kaynaklanıyor olabilir. Zengini ve yoksulu eşit olarak vurabilecek, hukukun uygulanmasındaki keyfiyet genel bir adaletsizlik hissine yol açsa da, bu uygulamalardan himaye ve bağışlanın, hukukun merhametine duyulan saygıyı arttırmış görünüyor. Bir sınıf imtiyazının aracı olarak hukuk ile onun tarafsızlığının panoplyJs arısında tuhaf bir denge kurulmaya çalışıldı (Hay 1975).
Bununla birlikte, ucuz emeğe olan talebin, ıslahevlerindeki zorunlu emeğin yerine hayır yardımları getiren Elizabeth’in Yoksul Yasalarım yok edecek olması da kaçınılmazdı. Ancak ıslahevi ile çalışma evi arasındaki karışıklık devam etti -çoğu kez, her ikisi de aynı binanın bölümleriydi. Emek giderek verili ancak istihdamsız hale gelince, suça ve isyana yönelince, ıslahevleri daha cezalandırıcı hale geldi; ayrıca ıslahevlerinde emek; göz korkutmalar ve işe yaramaz görevlere mahkûmdur, bu nedenle kimse ıslahevlerine gönüllü olarak girmezdi. Bütün bunların sonucu, ücretsiz emeğin, fabrika içinde ve hapishanelerdeki ve ıslahhanelerdeki fabrika disiplini olmak üzere -ama genellikle tümü, aydınlanmış penoloji sebebiyle fabrika dışındaki disiplini öğrenmesini sağlamak olmuştur. Bu nedenle çalışan ya da işsiz, herkes kendi alanındaki disiplini öğrenmiş oldu. Sonrasında, burjuva toplumsal düzenin sirayet ettiği hapishane, fabrika ve okullar, tıpkı ordu gibi, sistemin disiplin toplumu kavramını, yenilenmiş suçlu, iyi bir işçi, öğrenci, sadık asker ve adanmış vatandaş üzerine yansıttığını yerler haline gelmiştir. Her durumda, bu, mülkiyet sahibi olmayanların, emek ve bağlılıkları dışında satacakları bir şeye sahip olmadıkları mülkiyet sistemine bağlanma hissinin yeniden üretilmesi sorunudur. Disiplin toplumunun fabrikada, hapishanede, orduda, okulda ve hastanede eklemlenmesi, endüstriyel değişim ve çelişkilerden doğan toplumsal ve ahlâki problemlere karşı verilen bir cevabı temsil etmektedir.
Politik ekonomi adı verilen yeni bilim, nüfus, toprak ve zenginlik arasındaki çoklu ve sabit ilişkiler ağının kaydının tutulmasından doğar ve bu, hükümetlerin müdahaleci özelliklerinin bir türünün biçimlenmesi, yani ekonomi ve nüfus alanındaki müdahale anlamına gelir. Bir başka deyişle, yönetim sanatından bir siyaset bilimine geçiş, hükümdarlığın yapısının hâkim olduğu bir rejimden hükümet teknikleriyle yönetilen bir rejime geçiş on sekizinci yüzyılda; nüfus ve doğal olarak politik ekonominin doğuşu teması etrafında gerçekleşmiştir. Biz, eski toplumun yerine disiplin toplumu, şimdi disiplin toplumunun yerine de yönetimsel olanın getirildiği gibi bir değerlendirme yapmamalıyız. Gerçekte, biz, ana hedefi toplum ve onun özsel güvenlik aygıtlarının mekanizması olan egemenlik-disiplin-yönetim üçgenine sahibiz (Foucault 1979b: 18-19).
Disiplin stratejileri her ne kadar bize baskıcı görünse de, onlar, kendi zamanının ihtiyaçlarına cevap veren ve çoğunlukla bireyleri sağlıklı vatandaşlara dönüştürme amacını taşıyan pedagojik eğilim tarafından belirlenen reformcu, insani ve aydınlanma söyleminin parçasıydı. Buradaki, karmaşık ve endüstriyelleşme, hukuk, suç ile şehir ve sayfiye yerlerindeki işçiler arasındaki ilişkinin yönünü değiştiren bir meseledir (Tobias 1967). Bu nedenle, yemek isyanları, avlanma yasağının delinmesi, makine kırma, reform hareketleri ve sendikalizm gibi tepkilerin kitle siyaseti mi ya da ayaktakımı suçları mı olduğunu anlamak her zaman kolay değildir. Mülkiyet sahibi sınıflar açısından, bu gibi etkinlikler, politize edilmekten çok kriminalize edilmeye daha uygundu; çünkü mülkiyet sahibi sınıfların mülkiyetsiz kitlelerle kurulacak siyasi bir düzeni hayal etmede sorunları vardı. Çiftçiler ve yoksullukla karşı karşıya kalan kentli işçiler açısından ise, Londra yaşamı ne kadar renkli olsa da, bu suçlar onların yaşamak için mecburen geliştirdiği umutsuz stratejilerdi. Kanun, kır ve kentteki mülkiyete karşı işlenen suçlara ilişkin korkunç yasalar çıkarmak için kullanılmasına rağmen, ayrıca merhamet ve evrensel düzen hissi uyandıracak dersler vermeye de yarıyordu. Bir başka deyişle, burjuva devleti, Kanunun gücünü, kanuna saygı duyma ideolojisiyle yumuşattı. Bunun başarıldığı ölçüde, emekçi sınıf da, kanunun üstünlüğündeki burjuvazinin kazanımlarından yararlanarak, ifade ve toplanma özgürlüğünün yanı sıra grev yapma ve işyerinde örgütlenme gibi haklar kazandı. Bu nedenle, kanun yalnızca burjuva devleti baskı aracı değildir. Nasıl kapitalizmi kendi toplumsal yeniden üretimiyle birlikte düşünmemiz gerekiyorsa, kanun da, fiziksel itaate zorlamanın yanı sıra, kendisine ahlâki olarak izin verilmesini sağlamaya yönelecektir. Bu nedenle sınıf mücadelesi kanunu, daha yüksek düzeyde denetim içindeki çözüm arayışında, kendi buyruklarını evrensel hale getirmeye itecektir.
On sekizinci yüzyılda, devletin rolü, ilk başlarda, feodal düzeni kaldırmakla ve yeni endüstriyel iş gücü için gerekli disiplinin kurumsallaşmasına yardım etmekle sınırlıydı. Daha sonraları, devlet emek koşullanın düzenlemeye, bir yandan emeği düzenlerken diğer yandan fabrika mevzuatını da bir ölçüde sınırlı sermayeye devretmeye başladı. Bu aşamada devletin tahakkümü eğitimle yumuşatma görevim yoksullara, hastalara, suçlulara ve cahillere yardım etmede insani ataerkil ve dinsel sosyal yardımda paylaşıyordu. Foucault (1979a), disipliner kurumların, geniş nüfusları, sağlık, eğitim ve cezalandırma gibi töropatik kurumlar aracılığıyla yönetmeye yönelik değerlendirme, kaydetme ve gözlemleme pratikleri için açılmış bir alan olarak tasavvur edildiğini öne sürmektedir. Bu, Comte’un Üç Hal Kanunu’nun herhangi bir soyutlayıcı genellemesi olmaktan ziyade, beşerî ve sosyal bilimlerin orijinal matrisidir. Biz yine de sosyal bilimlerden, iktidarın bedellerini azaltmak, kapsama alanını arttırmak, "ekonomik" gücü, toplumun itaatkârliğinin ve ondan sağlanan faydanın azami seviyeye çıkarılabileceği eğitimsel, askerî, endüstriyel, cezai ve tıbbi kurumlarla birleştirmek için tasarlanmış iktidar stratejileri olarak söz edebiliriz. Bir disiplin toplumunda, iktidar, hareketini bireysel kanallardan oluşturan kılcallarla çalışır. Böylelikle, iktidarın işleyişi, azami toplanma sağlayabilmek için, muhakkak bireyselleşmiştir.
Disiplin rejiminde… Bireyselleşme "azalıyor": İktidar isimsiz ve daha işlevsel hale geldikçe, üzerinde icra edileceği kişiler daha çok bireysellesin İktidar, merasimlerden ziyade gözetlemeyle, anma törenlerinden ziyade gözlemlerle, kalkış noktası olarak ataları gösteren şecerelerden ziyade "norm"u esas alan karşılaştırmalı ölçütleri, fiiliyattan ziyade boşluklarla… icra edilir. Bütün bilimlerin, analizlerin ve "psi-ko"dan türetilmiş bütün pratiklerin kökeni, bireyselleşme süreçlerinin tarihsel olarak tersine çevrilmesindedir. Normların atalardan, ölçütlerin statülerden alındığı ve böylelikle değerli insanın bireyselliğinin yerine hesaplanabilir insanın koyulduğu, bireyselliğin kuruluşuna ilişkin tarihsel-ritüel mekanizmalardan bilimsel-disipliner mekanizmalara geçildiği ve insan bilimlerinin olanaklı olduğu an, iktidarın yeni teknolojisinin ve bedenin yeni politik anatomisinin hayata geçirildiği andı (Foucault 1979a: 193).
IV. Devletin Ötesinde: Bürokrasi ve Disiplin Toplumu
Weber, fabrika disiplinine ek olarak bürokratik disiplininin de tarihsel kökenlerini düşünürken, bunları askerî disiplin modeline kadar götürmüştür. "Diğer bütün disiplinleri doğuran, ordu disiplinidir" (Weber 1967: 261). Bu cümle, emir ve komutanın, kişisel olmayan her görevde birbirini benzerliğini vurgulamaktadır. Duygular, statü, sadakat ve karizma, örgütlenmenin Objektif açıdan kârlılığının ya da başarının rasyonel hesaplanışına tâbi kılınmaktadır. Aynı zamanda Weber, askeri disiplin ile Franoik atölyeler köle çiftlikleri ve fabrikalar gibi çeşitli ekonomik kurumlar arasında herhangi bir dolayımsız bağlantı olmadığını kabul eder ve rasyonel disiplinin Amerikan "bilimsel idare" sistemleri aracılığıyla yoğunlaşmasından söz eder. Ancak onun bu konulara ilişkin gözlemleri çok gelişkin değildir, ilgisi, daha çok, resmî bürokratik idarenin yönetimine yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, Weber manastır disiplininden, Luther ve Calvin dönemi boyunca, bürokrasi ve bilimsel idare arasında bir süreklilik olduğunu düşündüğünde, endüstriyel disiplin ve toplumsal denetimin yaratılmasındaki fabrika, çalışma evi ve hapishane sistemlerine yeterince dikkat edememiş olabilir. Fabrika, hapishane ve okullardaki disiplin, bedensel disipline özgü, Protestan çileciliğinin* genel tavrından daha fazla strateji içermektedir. Bu anlamda, Webercilik, kapitalist devletin ve bürokratik denetimlerin çok daha bilişsel bir açıklamasını sunmaktadır. Dahası, devletin geç kapitalizmde, son tahlilde polis ya da ordunun kaba kuvvetini kullanmakla sınırlı olduğu izlenimini vermektedir. Bu nedenle, gözden geçirdiğimiz tarih, Weberci yaklaşımın nasıl Crozier’in aydınlanmış bürokrasiyi, çalışma evindeki disiplini sağlamlaştıran ve devlete, şiddeti mülkiyet sisteminin çıkarına olacak şekilde muhafaza etmesi için müsaade eden disiplin toplumunun (aile, okullar, hastaneler ve hapishaneler) doğal karşılanmasıyla üretilen aydınlanmış bürokrasi tanımıyla sonuçlanabileceğini görmemizi mümkün kılmaktadır.
Modern örgütlenmeler, öncüllerinin aksine, daha özgürlükçü baskı düzenleri kullanmaktadır. Daha önceki örgütlenmeler, verdikleri eğitimle daha fazla uyumlu hale gelen ve örgütlenmenin gidişatına daha kolay uyum sağlama yeteneğine sahip kişilerle ilgiliydi. Daha önemlisi, insan davranışı artık daha iyi anlaşılmış ve daha kolay tahmin edilebilir hale gelmiştir. Bu yüzden de, modern örgütlenme, önceki örgütlenmeler kadar iyi sonuçlar almak için aynı oranda uyumluluğa ihtiyaç duymamaktadır. Modern örgütlenme bazı sapmaları müsamaha edebilir, gereksinimlerini daha özelleşmiş bir alana sınırlayabilir ve yalnızca geçici taahhütler talep edebilir. Bütün bu nedenlerle, uyumluluğu sağlamak için daha dolaylı ve daha entelektüel araçlara dayanabilir, dayanmaktadır da: İş akışı ve ileti şim yapısı, işlerin teknik ayarları, ekonomik teşvikler ve ayrıca, muhle melen daha gelişmiş yolların rasyonel hesabı. Uyumluluğun sağlanması sürecinin cezalandırıcı yönü zayıflamıştır. Doğrudan zorlama, son çare olarak hâlâ muhafaza edilmektedir, ancak çok seyrek olarak kullanılmak tadır. Sözüm ona artık insanlar, çoğu kez hesaplamalarında gözetmek için bile olsa, onu görmek zorunda değildir (Crozier 1964: 184-5).
Crozier’in işçilerin itaatkârlığı görüşü, ancak doğal disiplini, yani iş yeri ve ücret sistemine itaatkârlığı da kapsadığı ölçüde inandırıcı olabilir. Ancak bu, görmüş olduğumuz gibi, her zaman, kapitalizmin emeği iş sürecinin denetiminden ayırma yönündeki sürekli çabaları nedeniyle, resmî olarak örgütlenmemiş işgücüyle, mücadele alanı olmuştur. Bu nedenle, emeğin kanun önünde, ücretler için özgürce sözleşme yapma hakları, mülkiyete, şahıs mülkiyetine ve eninde sonunda mülkiyetsizlik suçuna verilen karşılıklar için hesaplanan ceza sisteminde yeniden üretilir (Me-lossi and Pavarini 1981). Bu nedenle yasal sözleşme, aynı anda daimi eşitsizlik ve baskıyla birlikte biçimsel eşitlik ve özgürlüğü yeniden ürettiği için burjuva toplumsal ve politik düzeninin kutsal kurgusudur. Fabrikanın ve ücret sisteminin disiplini, her ne kadar bürokrasileştirilmiş de olsalar, emeğin itaatkârlığının esas kaynağı olmaya devam etmektedir. Aslında, devletin ve bürokratik denetimin örgütsel verimliliğinin artmasını sağlayan, iş yeri disiplinidir. Nitekim bu denetimler de kendi verimlilikleri için gereklidir çünkü bürokratik yapının büyük kısmı da, kendilerini işçileri denetlerken hayal eden orta kademe yöneticilerinin disiplinine tâbidir. Bürokratik denetimin, aşağıdakiler üzerinde sürekli bir mücadeleyi içerdiğini unutmamak gerekir:
a) iş süreci üzerinde teknik denetim ve
b) toplumsal üretim ilişkileri üzerinde disipline edici ve cezalandırıcı denetim.
Oysa erken dönem kapitalizmde, ataerkil iktidar, mülkiyet sahibiyle emekçiler arasındaki kişisel ilişkilerden türetilirken; teknik ve bürokratik denetim şirketin biçimsel yapısından kaynaklanır. Fark şu ki, teknik denetim üretim sürecinde gömülüdür ve belki de, tam da bu nedenle, toplumsal örgütlenmede ya da şirketin güç yapısında gömülü olan bürokratik kontrolleri doğallaştırmak için kullanılabilir. Ataerkil, teknik ve bürokratik denetim endüstriyel disiplinin aşamaları olarak görülebilecekken, pratikte, onların bir arada var olabilecekleri görülecektir; mülkiyet sahibi/işçi mücadelesine tepki olarak, pragmatik bir şekilde ortaya çıkmışlardır (Perrot 1979). Yönetim açısından, denetim meselelerini rasyonel hesaplama, verimlilik ve evrensel başarı koşulları gibi Weberci dağarcığa ait kavramlara dayanarak tarif etmek tercih edilebilir-aslında, toplumsal üretim ilişkilerini teknik üretim ilişkilerinin içine yerleştirmek için- gerçeklik şudur ki, asıl mesele iktidar ilişkileri ve ideolojidir. Emek, ücret disiplinini karşılamak için özgürce sözleşme yaptığında, bu yolla kendini, tamamen rasyonel toplumsal girişimlerde, üretim araçlarının mülkiyetinden, hız denetiminden ve üretimin amacından zihinsel ve bedensel olarak ayrılmış olmasından kaynaklanan denetime tâbi kılar. Ayrıntılandırmak gerekirse bu, işçilerin görevlerinin, kendi yaradılışlarının, işe ilişkin yöntemlerin, hızın ve iş kalitesinin gösterdiği şekilde tâbi olmaları anlamına gelir (Edwards 1979; Thompson 1961). Böylelikle onlar kendilerini işçi değerlendirme, cezalandırma ve ödüllendirme sistemine teslim eder. İşçi disiplinini, ceza ve ödülleri doğal olarak kurulmuş örgütsel kural ve prosedürlerden kaynaklanıyor gibi göstermek tabii ki bürokratik idarenin çıkarınadır. Analitik olarak, endüstriyel disiplinde, ataerkil denetimden montaj hattına, sonunda da bürokratik olarak düzenlenmiş disipline doğru bir tür ilerleme meydana gelmiştir. Olan şey, ataerkil heteronom denetimden özerk, içselleştirilmiş disipline, şirket hedefleri ve değerleriyle özdeşleşmeye geçiştir. Bunun için de, işçiler fiziksel üretkenliklerinden ziyade şirkete karşı olan tavırlarıyla değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Modern şirketler, işçileri sınıf kültürlerinden koparırken onların tekrar aile kurmasını sağlamayı hedeflemektedir. Böyle bir disipliner başarı vakit alacağından, şirketler, işçilerin tavırları konusunda daima meraklı bir biçimde, işçi değişimini en düşük seviyede tutarken, sadakati en yüksek seviyeye çıkarmayı hedeflemiştir.
Bürokratik denetimi diğer denetim sistemlerinden ayıran şey, onun, bürokratik denetimin başarılı olmasını sağlayacak davranışlarda bulunmasını hedefleyen teşvikler içermesidir. Basitçe işe değil, denetim sistemine de uygun davranışları ödüllendirerek işin daha da yoğunlaştırılmasına giden yol, yeni davranış biçiminin gerekliliklerini işçilere empoze eden, işte bu dolaysız yoldur (Edwards 1979: 148–9).
Bu değerlendirmeler, disiplinin çekirdek ailede, okullarda, spor ya da pek çok modern eğlencede içselleştirilmesine dair daha ileri politik çalışmaları gerekli kılıyor. Aile, her ne kadar hâlâ çalışabilecek güçte vatandaşların üretimiyle görevlendirilmişse de, uzun zamandır iş disiplininin doğal sahnesi olmayı bıraktı. Crozier’in de, disipliner yükün modern bürokrasiden "eğitilmiş" vatandaşlığın omzuna yüklenmesinde doğal olduğunu varsaydığı ikincil sosyalleşmeyi sağlamak için bu görev -ki hâlâ, sıradan toplumu oluşturma görevidir- okullara, sosyal ve tıbbi makamlara ve medyaya düşmüştür.
Kısacası, kamusal idare ile özel idare arasındaki ayrımı, disiplin altındaki işgücünün ve onun mevcut vasıfsal, akli ve duygusal "eğitim” inin toplumsal ve politik buyruklarına -sözde "boş vakitte" bile- boyun eğen, tarihsel olarak değişen disiplin stratejileri açısından yeniden incelememiz gerekmektedir. Böyle bir taktik, toplumsal disiplini, örgütsel özellikleri tarihsel ve kurumsal olarak değişebilen sosyo-politik strateji olarak görmemizi sağlar. Dahası bu taktik, geçmişe dönük, Freudyen ve Hobbesçu görüşlerden türetilen disiplin edilmemiş doğal durum mitini göz ardı e-der. Aynı zamanda bu taktik, ne politik disiplini işyeri faaliyetine indirgemekte ne de devletin yokluğu, disiplin edilmemiş toplum gibi gelecek fantezilerine göz yummaktadır. Aynı şekilde burada önerilen yaklaşım, bireylerin, ailelerin ve eğitim kurumlarının yaşamlarına yerleşen iktidara ilişkin ampirik çalışmalarda sosyal bilimcileri yönlendirebilir.
SONUÇ
Bu çalışmada, Weber’in formel bürokrasi teorisinin, fabrika disiplini tarihi tarafından tamamlanması gerektiği öne sürülmüştür; buradaki fabrika disiplini, hapishane disipliniyle ve nihayet bürokratik disiplinle örtüşmüştür. Böylelikle, Foucault ve Marx üzerinden Weber’e geri dönmüş olduk. Bu yaklaşımın faydası, Weber’in devlet ve bürokratik disiplin kavramının iki şey arasında nasıl el değiştirdiğini açıklığa kavuşturmuş olmasıdır: (i) teknik verimliliğin kurallarının gözlemlenmesine dayanan itaatkârlık ve (ii) kendinde yönetimsel bir araç olarak ihtiyaç duyulan itaatkârlık ya da Gouldner’in deyişiyle (1954: 216–17) "ceza merkezli" bürokrasi. Gerçekte, teknik uzmanlık alanı, idare yetkisi iktidardan kaynaklanan gerçek bürokratların alanına tâbidir. Bu nedenle, cezalandırıcı bürokrasinin disipliner görevleri, zihin ve bedenlerin, tavır ve davranışların endüstriyel denetimine sevk edilmiştir. Burada, Foucault ve adını andığımız diğer sosyal tarihçiler, Weber’in idari iktidar kavramını, endüstriyel iktidarın yerleşik stratejileri doğru genişletmişlerdir. Bürokratlar Prusya varsayımında* bulunamazlar çünkü onların amaçlan eleştirinin ve direnişin ötesindedir (Gouldner 1976). Endüstriyel bürokrasiler, bu anlamda, hükümet bürokrasisinden daha az avantajlı durumdadır. Bu nedenle, devlet ve ekonomiye ait her iki bürokrasi de, kendi iktidar ve ideolojilerini, disiplin edilmiş teknoloji ve uzmanlığın nötr görüntüsüne tâbi kılarak, onlara ilişkin algıyı depolitize etmek gibi bir ortak çıkara sahiptir. Bu stratejiyle, her iki bürokrasi de kamu itaatkârlığı üretmeyi ve bu yolla, itaatsizlik durumunda kendilerine karşı kullanılacak birazcık yasal güç aracılığıyla onlara desteğini sunmuş olan devleti destekleyen vatandaşlara sahip olmayı hedeflemektedir.