Bu olayın içyüzü ve bunu doğurmuş olan etkeler bugüne kadar kesin olarak anlaşılmış ve açığa çıkarılmış değildir. Bunun birçok sebebi vardır; bir kere bu iş üzerinde resmi bir inceleme yapılmamıştır, çünkü bu işi başaranlar hemen erkeye (iktidara) geçmiş olduklarından kendilerine karşı bir biçim alabilecek olan bir inceleme yaptıramazlardı. Bu işe yakından karışmış, bu işi doğrudan doğruya yapmış veya her ne yolla olursa olsun bu işin içinde bulunmuş olanlardan hiçbiri bunun üzerine andaçlarını (anılarını) yazmamışlardır; bunların birçoğu ölmüştür; kalanlar da bundan sonra andaçlarını (anılarını) yazsalar da bu yazılar, işin içyüzünü bilenlerin birçoğu sağ iken ve bunların çıkacak yazıda, eğer varsa, yanlış veya yalanları düzeltmeleri veya onlara karşı kendi görüşlerini bildirmeleri olanaklı iken çıkmış andaçlar (anılar) kadar değerli sayılamaz ve bu gibi çok sonra çıkan andaçların (anıların) daha derinden derine incelenmesi gerekir. Belki eski Dahiliye Nezareti evrakı arasında, olayların nasıl olduğu üzerine değil, ama nasıl anıklanmış (hazırlanmış) olduğu üzerine belgeler bulunabilir; ancak ilk cildin başında dediğimiz gibi işbu evrak bu sırada kullanılabilecek ve asılanılabilecek (yararlanılabilecek) bir durumda değildir.
Bugüne kadar bu olay üzerine yazılmış yazılar hiç kaynak gösterilmeden, şuradan buradan toplanılmış sözlerdir. Bunları yazanlar her yazdıkları için bunu kimden duymuş olduklarını eklemiş olsalardı, belki söyleyene ve yazana karşı olan güven aşamasında yazıya karşı da güven beslenebilirdi. Bu yazılardan bazıları, satırların arası okunursa az çok kaynak belli etmektedir, ancak bir yazının soravı (görevi) yüklenilmeden herhangi bir yazıcının kulağına üfürülerek yazdırılan yazıları belge ve kanıt saymak elden gelmez.
Dolayısıyla biz aşağıda Babıâli baskınını ayrıntılarıyla anlatacak değiliz, ancak bunun olmasını olanaklı kılan durumu ve bu olayda etkisi bulunmuş olanların karşılıklı durumlarını gözden geçireceğiz, bu işte -resmenden çok tevatüren ama güvenilir derecede- bilinen olaylarla, şüpheli ve gölgede kalmış -ama çok söylenilmiş- olayları özlerini ve geldikleri kaynakları elden geldiği kadar belirterek yazmaya çalışacağız (1).
Önce genel olarak Türk kamuoyunun o anda nasıl düşündüğünü ve o sırada ne gibi propagandaların işlediğini gözden geçirelim:
Ordu beklenilmedik ve onur kırıcı sayılan bir yenilgiye uğramış, Rumeli’nin hemen hepsi birkaç hafta içinde elden çıkmış, milyonlarca Türk düşmanların eline düşmüş veya pek acı bir durumda göçmüştü. Bundan kimler soravlı (sorumlu) idi? Savaşın başlayacağı sırada İttihat ve Terakki bir yandan savaştan yana kışkırtmalarda bulunurken, öbür yandan da kendisinin erkede bulunduğu sırada orduyu çok güzel ve eksiksiz olarak anıkladığını (hazırladığını) ve düzenlediğini ve bunun savaşta görüleceğini gerek gazeteleri gerekse kulüpleri ve bütün örgütleri ile yayaduruyordu. Bunun böyle olmadığı, Balkan Savaşı’nın tarihini yazmış olan askerî yazarlarımızın yayımladıkları eserlerde görülür ve bunların bir özetini daha önce gördük; ancak ne Gazi Muhtar Paşa hükümeti, ne de o sırada iş başında bulunan komutanlar İttihat ve Terakki’nin bu yoldaki propagandasının doğru olmadığını söyleyemez ve yayımlayamazlardı, çünkü bunu yapmak ulusu ve orduyu tinsel (ruhsal) bakımdan sarsmak ve güvenini kırmak olurdu. Dolayısıyla propaganda hiçbir karşılık görmeden işledi ve herkesin beyninde yer edindi.
14 ve 15’inci yüzyıllarda Osmanlı dalgası kendilerini kaplamadan önce ve 19’uncu yüzyılda, o dalga üzerlerinden çekilmeye koyulduktan sonra hemen biteviye birbirleriyle boğuşa gelmiş olan Balkan uluslarının aralarında barışmaları ve bağlaşmalarıyla sonuçlanan olayların en çok İttihat ve Terakki’nin idaresizliği yüzünden olduğu; ve o ana kadar Osmanlı devletinde yaşayan Müslüman uluslarla Türkler arasında hatta öz Türkler arasında ve acısı Türk ordusu içinde ve subaylar arasında, bu aşaması hemen hiç görülmemiş olan karşınlık ve düşmanlıkların da yine en çok İttihat ve Terakki’nin idaresizliği yüzünden olduğu savaşın gürültüleri arasında gitgide daha çok gölgede kalacaktır. Bundan başka bu gibi işler daha çok, az sayıda aydının incelemeler ve derin düşünmeler sonucunda kavrayacağı şeylerdi. Gazi Muhtar Paşa hükümetinin ve onun Harbiye Nazırı Nâzım Paşa’nın, ordunun büyük komutanları ve kurmayları arasında hemen hiç denecek kadar az değişiklik yaptığı da unutulacaktır.
Gerçi Nâzım Paşa’nın o da yalnız kendi başına değil, birçokları kendisiyle bu işte birlik olarak vaktinden önce saldırılara kalkışması yıkımda çok önemli bir etken olmuştu: ama propaganda yalnız bu kadarla ve bu biçimde kalmayacaktır.
Bu propagandaya göre güçlü ve eksiksiz bir yönetim yerine miskin bir Gazi Muhtar Paşa hükümeti gelip Arnavutlara boyun eğmiş (az önce İttihat ve Terakki’nin Hıristiyan Arnavutlara boyun eğdiği unutulmuştur), ordudan birçok neferi salıvermiştir (bunların İttihat ve Terakki hükümetini düşüren bir ayaklanmadan sonra ister ister istemez ve kendiliklerinden bir ikinci ayaklanma sonucunda evlerine binbir kargaşalık çıkararak dönmesinler diye salıverildikleri unutulmuştur), İttihat ve Terakki’nin değerli komutan ve birçok subayını değiştirip yerlerine kötülerini getirmiş ve bu yüzden İttihat ve Terakki’nin bıraktığı eksiksiz ordu yenilmiş; yine o çapta olan Kâmli Paşa hükümeti de bu kötülükleri ya sürdüregelmiş veya daha da arttırmış ve Edirne ve adaları düşmanlara vermek üzere imiş; halbuki İttihat ve Terakki yeniden iş başına gelse işler az çok düzelir ve Edirne kurtulurmuş.
Bu propagandalar İttihat ve Terakki’ce ülkenin her bir bucağında örgütü olduğu ve karşısında buna benzer hiçbir örgüt bulunmadığı için önemli bir karşılık görmeden ve daha çok kulaktan kulağa fısıldanılarak yapılmaktadır ve kolayca anlaşılacağı gibi işlerin içyüzlerini bilmeyen ve anlayamayanlar arasında çok başarı kazanmaktadır.
Bu biçim propagandalar karşısında Gazi Muhtar ve sonra da Kâmil Paşa hükümetlerinin durumunu gözden geçirelim; bunların arkasında hiçbir örgüt yoktur ve yalnızca kamuoyu, başta İttihat ve Terakki’nin yaptıklarından bıktığı için bunlara genel olarak eygin (yatkın) olmuştur; birincisi ”Halâskâr” olayı sırasında ordu ikiye bölünmüş, ülkenin birçok kısmı ayaklanmış ve Türkler de birbirine girmiş iken erkeye (iktidara) gelmiş, zaten önemli bir gücü olmamış olan ”Hürriyet ve İtilaf”la da iyi geçinememiş ve yalnızca Gazi Muhtar Paşa’nın ülkede kazanmış olduğu ad ve üne ve Nâzım Paşa’yı bayrak gibi kullanan birtakım subaylara (halâskârlar) o da pek farkında olmadan dayanarak ortada kendini devirecek bir gücün bulunmaması yüzünden erkede (iktidarda) duragelmişti. Onun Kırkkilise (Kırklareli) bozgunu üzerine çekilmesinden sonra Lüleburgaz vuruşması başlarken yerine geçen Kâmil Paşa hükümetinin de belli başlı bir dayanağı yoktu, o da, eğer o ana kadar bir güç olarak kalmış idiyse biraz Nâzım Paşa’nın arkasındaki subaylara dayanıyordu. Bundan başka Kâmil Paşa’nın ülkede kazanmış olduğu ad ve ün ve İngiltere’nin onun başında bulunacağı bir hükümete yardım edeecği yolunda dolaşan sözler onun için az çok bir dayanak idi.
Böylelikle arkalarında ne halkın güvenini kazanmış bir Kamutay (Meclis) ne de bir partinin örgütü bulunmayan bu iki sadrazam ancak olayların gelişimiyle iş başına geçmiş ve arkalarındaki gerçek özdeksel (maddi) güç Harbiye Nazırlarının elinde bulunmuştur. Padişah ise, o sırada saltanatın yine az çok yaşamakta olan etkisini kullanabilecek bir adam değildi; o, bir yandan bir kukla idi, öbür yandan da onun, esen yele göre yelken kullanarak kendi durumunu korumaktan başka bir düşüncesi yoktu; dolayısıyla hiç kimse ve hiçbir hükümet ona dayanamaz ve ondan güç alamazdı. Bundan başka Kâmil Paşa’nın sadrazam olduktan sonra ilk görmek zorunda bulunduğu işlerden biri de düşmanları çok yaklaşmış oldukları Selanik’te bulunan eski Padişah 2’nci Abdülhamid’i onların eline düşmemesi için İstanbul’a getirtmek olmuştu; sarayın ve Osmanlı hanedanının dört bucağını kaplayan çürümüş hava içinde yaşayanlar arasında bu olayı padişaha, sadrazamın ağabeysini yeniden tahta çıkartacağı yolunda gösterenler olmuş, o da, Abdülhamid ne kadar zalim, kuşkulu idiyse korkak kuşkulu olduğundan buna inanmış ve Kâmil Paşa’dan ürkmüş ve soğumuştu. Saray ve Babıâli çevenlerinde (çevrelerinde) doğruluk ve içtenlik pek az kişide kalmış olduğu için böyle bir kuşkuyu açık ve içten görüşme ve anlaşmalarla ortadan kaldırmak da elden gelmezdi.
Öbür yandan Gazi Muhtar ve Kâmil Paşa hükümetleri, durumun olağanüstü bulunması ve savaş dolayısıyla ne yeni bir seçim yaptırabilmişler ne de bir parti ve örgüt kurmaya kalkışabilmişlerdir; buna girişseydiler bile bu iş kısa bir zamanda başarılamayacağı gibi bu türlü işlere alışmamış olan onların ülkedeki aydın gençliğin büyük bir kısmını kazanmış ve örgütü içine almış olan İttihat ve Terakki ile bu alanda başarı ile boy ölçüşebilmeleri pek kolay değildi. Zaten bunlar savaş ve bin bir yıkım içinde iken hem ülkede sarsıntı olmaması hem komitacıcasına davranarak İttihat ve Terakki hükümetlerine benzememek ve benzetilmemek için, işbu partinin örgütleriyle önemli bir yolda uğraşamayacaklar ve o andaki sıkıntılı durum için de yeni işler açmaktan sakınacaklardır.
Hükümetçe güdülmesi doğru bulunan bu genel siyasa gereğince yürünürken, İttihat ve Terakki , savaşta yenilgeler geliştikçe yüreklenmiş ve propagandasını ve hükümete karşı çalışmalarını her gün daha çok arttırmaya koyulmuştu. Bu durum karşısında Kâmil Paşa hükümeti üyelerinin üç kısma ayrıldıkları görünür.
Birinci kısımda en göze çarpanlar Dahiliye Nazırı Reşit ve Maliye Nazırı Abdurrahman beylerdir, bunlar hükümetin elinde bulunan bütün silahları kullanarak İttihat ve Terakki’nin örgütlerini dağıtmak, ileri gelenlerini yakalamak veya sürmek ve genel olarak bu parti veya cemiyeti hükümete bir kötülük edemeyecek bir duruma sokmayı istemektedirler. Sadrazam Kâmil Paşa bu işte az çok bunlara eygindir (yatkındır).
İkinci kısımda en göze çarpanlar Şeyhülislam Cemalettin Efendi, Adliye Nazırı Arif Hikmet Paşa ve Hariciye Nazırı Noradungiyan Efendi’dir. Bunlar, durumdaki olağanüstülüğü hiç göze almak istemeyerek ve kanunların sözüne bağlı kalarak İttihat ve Terakki’ye karşı seyirci kalınmasını istemeye varan bir durum takınmakta ve her türlü çetin ölçem (önlem) alma isteğine karşı koymaktadırlar.
Bu yolu tutan nazırlar arasında kanunların özünden çok sözüne bağlılıklarından böyle davrananlar olduğu gibi; günün birinde İttihat ve Terakki iş başına geçerse onun kendilerinden öç almaya kalkışmasından korkanlar veyahut herhangi bir olağanüstü davranıştan ürken ve tiksinenler de bulunmaktadır.
Üçüncü kısımda, eğer öyle denilebilirse, tek başına Nâzım Paşa bulunmaktadır; o da başka düşüncelerle İttihat ve Terakki’yi korumaktadır, onun bu işteki durumunu az aşağıda inceleyeceğiz.
Böylece en önemli ve can alacak bir iç siyasa işinde üçe ayrılan bu hükümetin başka bir özelliğini de ele alalım.
Kâmil Paşa çok yaşlı (1) idi; İttihat ve Terakki’nin işlemiş olduğu büyük yanlışlık ve suçlar dolayısıyla bir daha erkeye (iktidara) gelemeyeceği birçoklarınca sanıldığı için, Kâmil Paşa her ne biçimde olursa olsun sadaretten çekilecek olursa, yerine Nâzım Paşa veya Reşit Bey’den birinin geçeceği söyenilmekte idi; dolayısıyla bu iki uzkişi arasında açığa vurulmasa da önürdeşme vardı. Hükümetin dayandığı özdeksel (maddi) güç de bu ikisinin buyruğu altında bulunmakta idi. Ancak savaş ve örfi idare dolayısıyla birincisinin eli altında bulunan güç üstün idi, hem de o, orduda epey önemi olan ”Halâskâr” subayların başı veya bayrağı sayılıyordu.
Şimdi Nâzım Paşa’nın durumunu inceleyelim:
O, Gazi Muhtar Paşa hükümetinin en etkili üyesi olarak Harbiye Nezareti’e geçtikten sonra devlet makinesinin güven ve baysallığı (huzuru) bakımından en önemli yerlere (İstanbul muhafızlığı, merkez komutanlığı gibi) kendi adamlarının veya kendisiyle işbirliği yapmış olan ”halâskârların” güvendikleri adamları geçirmekle kendi durumunu ayırca berkitmiş (sağlamlaştırmış) ve her istediği anda hükümet üzerinde kesin egemenliğini kullanabilecek bir duruma girmişti.
Onun komutası altında bulunan Osmanlı orduları, kısmen geçmişten kalmış ve birikmiş yanlışlar, kısmen de kendisinin yetersizliği yüzünden biteviye bozulmaya başlayınca Nâzım Paşa’nın tinsel (ruhsal) etkisi az çok kırılmış, ancak en önemli yerde kendi adamları bulunması dolayısıyla özdeksel (maddi) etkisi oldukça yerinde durmuştu. Lüleburgaz ve Çatalca vuruşmaları arasında yeni Sadrazam Kâmil Paşa ile onun arasında, hemen ve nasıl olursa olsun bırakışma ve barış mı yapılmalı; yoksa savaşı bir yıpratma savaşı biçimine soktuktan sonra mı bu gibi işlere kalkışılmalı sorunu üzerinde çetin bir aytışma (tartışma) olurken Nâzım Paşa’nın tinsel (ruhsal) etkisi yine azaladurmuştu. Ondan sonra hükümetçe onun İstanbul’daki dayanaklarının kaldırılmasına doğru gidildiği görülür, Divanıharb Reisi’nin kendisine danışılmadan değiştirilmiş olduğundan Mustafa Reşit Paşa’ya sızlanmış olduğunu ve bu gibi işleri durdurmak ve önlemek üzere bir an önce İstanbul’a dönmek istediğini ve dolayısıyla bırakışma işini elden geldiği kadar çabuk bitirmeyi düşündüğünü yukarıda gördük. Bundan başka Kâmil Paşa onun yerine Mahmut Şevket Paşa’yı getirmek istemiş, bu düşünce ile bu uzkişiyi yoklatmış ama o bunu kabul etmemişti (1); Nâzım Paşa elbet bunu duymuş olmalıdır. Dolayısıyla sadrazamla onun arasında görünüşte bir aykırılık yoksa da sevgi ve güven de yoktur ve Nâzım Paşa, Çatalca vuruşmasının kendisine vermiş olduğu yeni tinsel güç ile durumunun yeniden berkitmek (sağlamlaştırmak) kaygısıyla İstanbul’a gelmiş ve çalışmalarına koyulmuştur.
İçi bu gibi duygu ve düşüncelerle dolu olan birinin çok kurnaz politikacı olan bazı İttihat ve Terakki ileri gelenlerince kazanılmaya çalışılması beklenilebilirdi. Hem arı hem kurnaz olan Nâzım Paşa’nın da pek düşük bir durumda görünen İttihat ve Terakki’yi kazanmak ve onu ve onun örgütünü bir alet gibi kullanarak yerinden tutunmaya hatta daha da yükselmeye çalışması yine beklenilebilirdi.
Nâzım Paşa bir yandan kendisinin İttihat ve Terakki’den asılanacağını (yararlanacağını) ve onun bunu, içinde bulunduğu düşük ve kötü durumda büyük bir onur ve nimet sayacağını ve olduğu gibi kendi buyruğu altına gireceğini ve öbür yandan da bunu yaparken ”halâskârları” kuşkulandırıp elinden kaçırmayacağını sanıyor gibi davranmıştır.
Çatalca bırakışmasından sonra Nâzım Paşa ile İttihat ve Terakki arasındaki görülmüş olan yakınlaşma bu gibi düşünce ve etkelerden doğmuştur.
Bu yakınlaşmanın herkesçe bilinen başlıca belirtileri İttihat ve Terakki’nin en ünlü ileri gelenlerinden Cemal Bey’in (sonra Bahriye Nazırı olacak olan Cemal Paşa) menzil müfettişi ve Enver Bey’in (sonra Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olacak olan Enver Paşa) bir kısım birlikleri İstanbul’da bulunan Hurşit Paşa kolordusuna kurmay başkanı yapılması ve Nâzım Paşa’nın, eski dostu olan Sait Halim Paşa’nın (sonra sadrazam olacak olan Mısır prensi) yalısında Talât Bey’le (sonra sadrazam olacak olan Talât Paşa) görüşmesidir.
Yukarıda adı geçen iki askeri uzkişinin işbu yerlere geçirilmesi ne gibi bir düşünce ile yapılmış olursa olsun ve bunun üzerinde her ne denilirse denilsin işin sonucu İstanbul’da birtakım askerî örgütün ve birtakım birliklerin İttihat ve Terakki’nin buyruğu altına geçmesine varıyordu. Bu gibi örgüt ve birliklerin bir kısmı da ”halâskâr” subayların buyruğu altında bulunduğundan arada bir türlü denklik kurulmuş oluyordu ve terazinin sapı güya Nâzım Paşa’nın elinde kalacaktı. Nâzım Paşa’nın Talât Bey’le ne konuştuğu kesin olarak bilinmemektedir; Talât Bey’in ona İttihat ve Terakki’ce kendisinin sadrazam olmasının istenildiğini söylediği ve bu olursa bütün İttihat ve Terakki örgütünün onun buyruğu altına girerek ona yardım edeceğini sağladığı ortalığa yayılmıştır, Nâzım Paşa ise yine bu dolaşan sözlere göre sadrazam olunca hükümet üyelerini istediği gibi seçeceğini söylemiş ve Talât Bey bunların çoğu İttihat ve Terakki’den veya ona eygin (yatkın) uzkişilerden olması şartıyla buna peki demiştir.
Aradaki konuşmanın böyle olmuş olmasına inanılabilirse de bu yolda elde hiçbir kanıt yoktur.
Nâzım Paşa’nın bu gibi olaylar dolayısıyla kendisinden sorumda bulunulunca (en çok Meclisi Vükelâ’da Dahiliye Nazırınca) bugünkü çetin durumda herkesten ve her güçten asılanmak (yararlanmak) gerektiği, Enver ve Cemal beylerin bundan böyle siyasa ile uğraşmayacakalrına yemin ettikleri ve ordu işlerinden yalnız kendisinin soravlı (sorumlu) olduğu yolunda karşılıklar vermekte ve genel olarak bu iş üzerine kendisine söz söyleyenlere karşı çetin bir durum almaktadır.
Özel olarak da Kâmil Paşa’ya (1) Dahiliye Nezareti’nin Abdülhamid devrindeki curnalcılığı yenilenmekte olduğunu ve biteviye Harbiye Nezareti’ni kötülemeye çalıştığını ve Abdülhamid’in Seraskeri Rıza Paşa’ya karşı da böyle davranılmış ve ordu ile padişah arasında ayrılık sokulmuş olduğunu, kendisinin İttihatçıların bir kısmını kazanmakla onların gücünü ikiye böldüğünü ve onları toplu olarak bir iş göremeyecek bir duruma sokmakla hükümetin durumunu berkittiğini (sağlamlaştırdığını) söylemektedir.
O andaki iç durumun özeti yazılmak istenilirse şuna varılır:
a) Hükümet, ülke içinde gerçekten hiçbir güce dayanmamaktadır.
b) Bir kukla olan padişah, sadrazamdan kuşkulanmakta ve onu sevmemektedir.
c) Hükümet içinde birlik yoktur ve onun en güçlü, hatta dayandığı özdeksel (maddi) güç bakımından tek güçlü üyesi ona karşı çalışanlarla işbirliği yapmaktadır veya yapmaya doğru gitmektedir.
d) İttihat ve Terakki ise bütün örgütleriyle yerinde durmakta, kendisinin erkten (iktidardan) düşmesine sebep olan önce görmüş olduğu yanlış ve kötü işler unutulmakta ve o, kâh açıktan açığa kâh alttan alta işleyen propagandasıyla en çok onun idaresizliği yüzünden doğan bu durumun soravından (sorumluluğundan) sıyrılmaya ve bu yükü ondan sonra iş başına gelenlerin omzuna yüklemeye çalışmakta ve bunu oldukça da başarabilmektedir.
Askerlik ve dış siyasa bakımından durumu toplamak istersek şunları görürüz:
a) Savaş yeniden başlarsa belki Çatalca’da uzuncana dayanılabilir, ancak oradan ilerlemek ümidi yok gibidir ve hiçbir komutan böyle bir ümidi açıklamamıştır. Eğer böyle bir ümit gerçekleşecek olursa yani Bulgar yenilirse Rusya buna seyirci kalamayacağını ve Bulgar’a yardım edeceğini biteviye söylemektedir.
b) Balkanlılar arasındaki birlik çatırdamaktadır; ancak bunun ne vakit ve nasıl bozulacağını o anda kestirmek elde değildir. Romanya’nın durumu da bir bilimece gibi görünmektedir.
c) Büyük devletler genel olarak yen (zafer) kazanmış olanların gönlünü almaya çalışmaktadırlar; Rusya ve Fransa açıktan açığa Balkanlılardan yanadırlar; İngiltere de onların ardı sıra gitmektedir ve Kâmil Paşa’nın sadarete geçmesiyle İngiliz yardımının sağlanılacağı yolunda bazı çevenlerde (çevrelerde) beslenilmiş olan ümitler büyük ölçüde boşa çıkmıştır. Altı büyük devlet de Babıâli’ye Edirne’den vazgeçilmesi öğüdünü vermişlerse de Almanya bu işte bazı noktalarda Üçlü Anlaşma devletleri kadar ileri gitmediğini ve gitmeyeceğini duyurmakla Osmanlı ülkesi içinde büyük devletlerin isteklerine karşı koymak isteyenlerden yana bir türlü kışkırtıcılık etmekte ve İttihat ve Terakki’nin alttan alta propagandasını kolaylaştırmaktadır.
İç ve dış durumu böylece topladıktan sonra Babıâli baskınının öngünlerindeki olaylara geçelim:
Bunların en önemlisi Babıâli’yi korumak ödeviyle orada bulundurulan askerî birlikte yapılmış olan değişikliktir. Bazıları demişlerdir ki ”İttihatçılarla” bir olan Nâzım Paşa, subayları ”halâskâr” olan işbu birliği oradan kaldırtıp yerine subayları ”İttihatçı” olan başka bir birliği oraya koymuş ve dolayısıyla kendisini sadarete geçirecek olan bir baskını kendi eliyle anıklamıştır (hazırlamıştır). Bazıları ise Evner Bey’in İstanbul’da birçok askerin talimsiz durmaları doğru olmayacağından bütün birliklerin sıra ile talime çıkmaları gerektiğini ona söylemiş, böylelikle onu kandırmış, Babıâli’deki birliği talim için oradan almış ve oraya ”gizli bir İttihatçı” olan bir subayın komutası altında başka bir birlik gelmiştir. Bu iki savdan hangisinin doğru veya daha doğru olduğunu kestirmek için elimizde bir kanıt yoktur. Olay şudur ki baskın sırasında Babıâli’de bulunan askerî birlik, hükümet basılır ve sadaret dairesinde tabancalar patlarken hiçbir ise karışmamıştır; halbuki onun başındaki subay ödevini yapsaydı 30-40 kişiyi geçmeyen baskıncıları çarçabuk öldürür, dağıtır veya yakalardı. Nâzım Paşa’nın genel olarak bu işte parmağı olduğunu ve her ne biçimde olursa olsun bundan soravlı (sorumlu) bulunduğunu gösteren başlıca kanıtlardan biri, gerek ”İttihat ve Terakki” ile gerekse ona karşı olanlarla çalışmış ve pek yüksek orunlarda (makamlarda) bulunmuş olan ve dolayısıyla her iki yanın içyüzünü bilmesi gereken Mahmut Muhtar Paşa’nın yukarıda da geçmiş olan bir yazısıdır. O, babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümetinin neden Balkan Savaşı’na sürüklendiğini anlatırken der ki (1):
”…Binaenaleyh mütecanis bulunmayan Muhtar Paşa kabinesi her hususta istiklâlini muhafaza edecek ve o zaman hükümferma olan galeyanı umuminin önüne geçecek kadar muhkem değildi. Alelhusus Nâzım Paşa gibi bir Harbiye Nazırı ile bilâhare Kâmil Paşa kabinesinin başına gelen felâketin kendi başına geleceği mahsüs idi (2).
Bunun anlamı ancak Babıâli baskınında Nâzım Paşa’nın parmağı olduğu ve eğer Gazi Muhtar Paşa hükümeti, daha sonra Kâmil Paşa hükümetinin yapmak isteyeceği gibi, barışa eyginlik (yatkınlık) göstermiş olsaydı Kâmil Paşa hükümetinin başına gelen ta baştan -Nâzım Paşa’nın bir oyunu veya her ne biçimde olursa olsun bir ölçemiyle- kendi başına gelmiş olacağıdır.
Her ne ise bir yandan Osmanlı hükümeti, büyük devletlerin öğüt ve baskılarına nasıl karşılık vereceğini düşünür ve işbu karşılığını anıklarken (hazırlarken) öbür yandan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri nasıl hükümeti düşürüp yeniden erke (iktidara) geçeceklerini düşünmekte ve o yolda anıklıklarda (hazırlıklarda) bulunmaktadırlar.
Kâmil Paşa hükümetinin büyük devletlerin ortaklaşa notalarına vermeyi tasarladığı karşılık notayı Hazinei Evrak sıralaçlarında bulamadım; bunun üzerine Şeyhülislâm Cemalettin Efendi şunları yazar (3):
”Nazırı müşarünileyhin (Noradungiyan Efendi) Fransızca kaleme almış olduğu nota müsveddesi berayı tercüme Dairei Hariciye’ye gönderilerek çend (birkaç) saat sonra vürudeden (varan) nüshai mütercemesi Meclis’ce kıraat edileceği esnada…” Bundan sonra Cemalettin Efendi sadrazamın Mabeyin Başkâtibi’yle görüşmek üzere kendi odasına gittiğini ve baskının başladığını yazmaktadır. Dolayısıyla notanın o patırtıda kaybolmuş olduğu, bir nazırca alınmış olduğu, baskını yapanların eline düşmüş olduğu herhangi bir düşünce ile yok edildiği veya Hazinei Evrak’ta kendisiyle ilgili olmayan herhangi bir sıralaca yanlışlıkla girip orada bulunduğu gibi olasılıklar akla gelebilir.
Ancak notanın içindekileri anlamak için az önceki günlerin belgelerini gözden geçirmek yeter; bunlar yukarıda gördüğümüz gibi Kâmil Paşa’nın büyük devletlerin notasını alınca Grey’e yaptıracağı başvurma üzerine Lovter’e (1) söyledikleri; ve bunun üzerine Noradungiyan Efendi’nin Tevfik Paşa’ya çekmiş olduğu 18.1.1913 tarihli tel ve Tevfik Paşa’nın, Reşit ve Osman Nizami paşalarla birlikte Grey ve Nikolson’la görüştükten sonra Babıâli’ye çektiği 20 ve 21.1.1913 tarihli tellerdir .
İşbu karşılık notanın özeti Cemalettin Efendi’nin hatıratında vardır ve yukarıda gördüğümüz ve saydığımız belgelerden çıkarılacak özete uygundur. Cemalettin Efendi der ki (2):
”Bir de harp esnasında düveli müttefika ile çarpışmakta iken müzakerei sulhiyede düveli muazzamayı da karşımızda bulduk. Diğer cihetten her türlü nevakısımıza (noksanımıza) rağmen devleti harbe mecbur etmek için evvelce efkârı umumiyeyi tehyiçile (coşturmayla) halka harp isteriz diye feryat ettirenler şimdi de sulh meselesini, ıskatı hükümete vesile olur mülâhazasıyla tertibi mukaddematı fesattan (kötülük düzenleyicilikten) hâli (uzak) değil idiler.
”Binaenaleyh keyfiyet Meclisi Vükelâ’da ariz ve amik müzakere (genişçe ve derinliğine görüşülerek) olunarak bu teklifi tamamıyla redde imkân olmayıp, bazı mevaddının menfaati devlete takriben tadili muvaffakıyattan madut olacağına ve Edirne şehri Devleti Osmaniye’nin kadim bir payitahtı olup orada hayli âsarı mukaddesei İslâmiye mevcut ve tahriri (yazılı) nüfus cetvellerine nazaran sekenei vilâyetin yüzde seksen bu kadarı müslim olup maadası sunufu saireden (diğer sınıflar) mürekkep olduğu ve Bulgarların Marmara havzasına tekarrübü (yakın) Akdeniz Boğazı’nın mahfuziyetini işkâl (güçleştirmek) ile bilâhere Avrupa muvazeeni sulhiyesini de ihlâle sebep olabileceği mülâhazasına binean, Edirne’nin Karaağaç’tan itibaren bir hat tâyiniyle İsviçre gibi müstakil ve bitaraf bir hükümet şekline ifrağı (sokulması) ve sekenesinin (halkının) berminvali muharrer ekseriyeti azîmesini Müslümanlar teşkil ettiğine göre düveli muazzamının inzımamı (verilecek) reyi ile Müslüman bir hâkimin ziri idaresine tevdii (yönetimi altına verileceği) ve adalara gelince, Sakız ve Midilli gibi Anadolu sahiliyle irtibatı tamı olanların Yunan’a terki halinde aydın vilayeti ve Ayvalık sevahilinde mutevattın olan Rum ahali ile Yunanlılar arasında saikai hemcinsi ile kaçakçılık ve emsali ihlâli inzıbata bais (neden) olacak ahval eksik olmayarak o havali dahi Makedonya gibi bir membaı fesat (fesat kaynağı) ve devletçe gavaili mütamadiye hudüsuna (her zaman sıkıntıya) bâdi (neden) olacağından evvel ve âhir beyan olunduğu veçhile Edirne gibi adaların da külliyen terkine muvafakatte Hükümeti Osmaniye mâzur olduğundan bu cihet nazarı dikkate alınmak şartıyla adalar meselesinin düveli muazzamanın rey ve takdiri nasafetkârisine (değerbilirliğine) tevdii ve şeraiti sairei sulhiyenin bizzarure kabulü tezekkür olunmuş ve Edirne’nin bir şekli bitarafiye vaz’ı esasen Sör Edvar Grey tarafından Londra sefiri Tevfik Paşa’ya mahremane ihtar edilmiş olmasına nazaran bu teklifimiz süfera (sefirler) konferansınca kabul edileceği kaviyyen ümit edilmiş idi.”
Babıâli baskınından bir buçuk yıl kadar sonra 14 Mayıs 1914’te yeni Meclis açılırken padişaha söylettirilen söylevde ise şunlar vardır (1):
”Sulhu umumiyi muhafazaten Düveli Muazzama doğrudan doğruya müzakeratı ellerine almışlar ve 17 kânunusani (ocak) sene 1912 tairhli Babıâli’ye tebliğ ettikleri nota ile Edirne’nin terk olunmasını ve adaların mukadderatının da Anadolu’nun emniyet ve asayişi nazarı ehemmiyete alınmak şartıyla kendilerine tevdi edilmesini (verilmesini) teklif etmişlerdir. Babıâli’ce Edirne ve adalar hakkında kararı katînin Düveli Muazzamaya terk edilmesi takarrür ederek tertip edilen nota dahi derdesti tevdi iken Kâmil Paşa’nın sukutu vâkı olmuş ve yerine Mahmut Şevket Paşa sadrazam nasp ve tâyin olunmuştur.”
Görüldüğü gibi buradaki anlatış Cemalettin Efendi’ninkinden başkadır; şeyhülislâmın yazdığı Kâmil Paşa’nın İngiliz büyükelçisiyle konuştuğu ilk biçim ve padişahın söylevindeki ise aşağı yukarı Lovter’ce Kâmil Paşa’ya önerilmiş ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nca hiç beğenilmemiş biçimdir. Bunun anlamını ve doğurabileceği sonuçları yukarıda inceledik, bunları burada yenilemeyeceğiz.
Cemalettin Efendi’nin yazısı ile padişahın nutku arasındaki karşıtlığı çözümlemek güçtür; birisi özel bir andaç (hatıra) resmi bir belge olması dolayısıyla, ikincisine inanmak gerekir denilebilirse de sadrazamın sıra ile yapacağını söylediği iki önermeden (öneriden) ikincisini neden önce yaptığını ve Cemalettin Efendi’nin neden birincisinin yapıldığını yazdığını kestirmek de güçtür; buna göre, işin içyüzü ve bunun İngiliz hükümetinde doğurduğu telaş bilinmeyince, görünüşte, Osmanlı devleti için daha kötü sayılabilmesi olanaklı olan ikinci biçimin, propaganda düşüncesiyle, padişahın söylevine konulmuş olması da, hele siyasal önürdeşlikler (ayrılıklar) yüzünden sık sık adam öldürmekten bile çekinilinmediği o devirde, ister istemez akla gelmektedir. Sözün kısası Babıâli baskını sırasında incelenmekte olan notanın kendisi bulunmadıkça bu sorun üzerinde duraksamak gerekir sanındayız.
Şûrayı Saltanat işine geçelim. Cemalettin Efendi onun neden ve nasıl toplandığını ve ne konuşulduğunu anlatmaktadır. Böyle bir düşüncenin daha çok Noradungiyan Efendi’ce Alman büyükelçesine söylenilmiş olduğunu yukarıda gördük; ancak bunu öbür Vükelâya zorla kabul ettiren Şeyhülislâm olmuştur. Bu iş üzerine Şeyhülislâm şunları yazmaktadır (1):
”Vakaa Edirne’nin bitaraf bir hükümeti İslâmiye şekline ifrağiyle Bulgarların o cihetçe olan âmâli harisanesine bir had tâyini ve adaların ekser sekenesi (halkı) Rum olmak mülâbesesiyle kendilerine idarece imtiyazatı mahsusa verilerek hâkimiyeti siyasiyei Osmaniyede ipkaları (kalmaları) o zamandaki vaziyetimize nazaran muvaffakıyattan madut olabilirse de koca bir Rumeli’nin terki gibi ortada bir badirei vicdansız mecut olduğuna ve gerçi kanunu esasi hükmünce bu bapta bir kararı katî ittihazı münhasıran heyeti mesulei vükelâya ait ise de devletin hayat ve mematına taallûk eden bu meselei mühimmede hakayiki ahval efkârı umumiyei Osmaniyede tamamıyla inkişaf etmek ve kabili icra daha nafi (iyi) bir tedbire kesbi ıttıla edilirse (önleme karar verilirse) o cihet tercih edilmek velhasıl mütalâatı kasiranemizin isabet veya ademi isabeti anlaşılarak âna göre itminanı kalb ve tedabiri lâzime ittihaz olunmak muvafıkı kaidei ihtiyat olacağına binaen vükelâyı sabıka ve heyeti âyan ile ilmî, askerî, mülki ve adlî ricali devletin rüesa ve mütehayyizîninden mürekkep (başkan ve seçkinlerinden oluşan) bir heyeti istişarenin davet ve cem’iyle müdavelei efkâr olunmasını heyeti vükelâya teklif ettim. Harbiye Nazırı Nâzım Paşa mesuliyeti münhasıran vükelâya ait olan bu meseleye âyan vesairenin karıştırılması caiz olmadığından bahisle muhalefette bulundu. Sadrazam Kâmil Paşa ile vükelâdan bir iki zat dahi o cihete temayül edince (o tarafa yönelince) maskadı âcizanem âyan ve ricali devleti mesuliyete teşrik olmayıp meselenin ehemmiyeti azimesine mebni (dayanan) emri mesnunu istişareye riayet ve kendi fikirlerimizi ârai saibe (uygun) ile tenvir ederek mehmaemken (olabildiği kadar) hatadan mübaadet (uzak kalmak) içindir. Bu da de’bi kadimi (eskinin) devlete muvafıktır (uygundur). Kabul buyrulmadığı takdirde işten çekilmekliğim zaruridir kelâmı katisiyle sureti ısrarda bulunduğumdan Nâzım Paşa’dan başka vükelâ reyi âcizaneme iştirak etmekle sadrazamın bazı tadilât ile tanzim ettiği defter mucibince keyfiyet ledelarz (arzı sırasında) makrunu müsaadei seniyei tacidari olarak tayin olunan günde davet olunan zevat ile Beşiktaş sahilsarayı hümayununun üst kat salonunda içtima edildi. Yalnız Mahmut Şevket Paşa, Nâzım Paşa vâdisinde serdi itiraz ile daveti vakıaya icabet edemeyeceğini batezkere (tezkere ile) sadrazama bildirdi.
”Zatı şevketsimatı şehriyari, veliahtı saltanat şehzadei civanbaht Yusuf İzzettin ve Vahdeddin ve Abdülmecit Efendi’ler hazaratını mustashiben (yanında) salona nazır bir odada bizzat istimaa tenezzül buyurdukları ve Âyan Reisi Sait Paşa ile sadrı sabık Gazi Ahmet Muhtar Paşa dahi içtimaa dahil oldukları halde Devleti Âliyenin ahvali askeriye ve hariciye ve maliyesi hakkında nazırları tarafından heyeti müçtemiaya izahatı kâfiye verildikten ve cemiyete mensup ve gayri mensup bazı zevat iradı nutuk ile hal ve hakikatı meseleyi teşrih ve tenvir ettikten sonra sulhun kabul ve akdi zaruri olduğuna -harbin alelıtlak (genel olarak) devamı lüzumunu dermeyan eden başmüddeiumumi Hakkı Bey’le ona tebaiyette bulunan üç beş reyi muhalife karşı- ekseriyeti azîme ile karar verildi. Âyandan bazıları bu kararın zapt ve imza edilmesi lüzumunu ihtar etmiş ise de tarafı âcizanemden bu heyeti meduv (çağrılmış) ve musileyette müşterek olmayıp mahza efkârı vükelânın mevkii isabette olup olmadığını takdir için davet olunduklarından kararı vâkıin imzasına lüzum olmadığı beyan olunması üzerine tahrir ve imzadan sarfınazar edildi.”
Büyük devletlerin notasına karşılık anıklanırken (hazırlanırken) hükümetçe veya onun başı ve en ileri üyelerince nasıl düşünüldüğünü ve neler umulduğunu Cemalettin Efendi’nin şu yazısı gösterir (1):
”Hatta teklifatı sulhiye Kâmil Paşa kabinesinde müzakere olunurken Edirne ve müstakil Arnavutluk’tan maada (başka) maatteessüf düveli müttefikaya terki mecburiyetinde bulunduğumuz arazinin düveli muazzamaya tevdi ve ihalesi (bırakılması ve verilmesi) izzeti nefsi millimizce sureti diğerden daha ehven olacağı mütalâsını derpiş eylediğimde Kâmil Paşa merhum; Balkanlılara terki halinde taksimi arazice uyuşamayarak beyinlerinde harb ve cidal zuhuru ağlebi (pek çok) ihtimali olduğundan o vakit arazii metrukenin aksamı mühimmesini istirdat (geri almak) bizim için kolaylaşır cevabıyla kehaneti siyasiye ibraz etmiş idi.”
Baskın olayına gelelim: 23 sonkânun (ocak) 1913’te saat 3’te Noradungiyan Efendi’nin yukarıda anlatılmış olan esaslara göre Fransızca yazmış olduğu karşılık nota, Hariciye Nezareti’nde Türkçeye çevrilmiş ve Meclisi Vükelâya gelmiş ve onun üzerinde görüşme başlamak üzere iken (1) Saray Başkâtibi Ali Fuat Bey bazı iradelerle gelir ve Kâmil Paşa onunla görüşmek üzere Meclis odasından çıkıp sadaret odasına gider. O sırada Enver Bey ve baskını anıklamış (hazırlamış) olan İttihat ve Terakki ileri gelenleri ve özvericileri (fedaileri) Babıâli’ye girerler; orayı beklemek ve korumakla ödevlenmiş olan askerî birlik bir işe karışmaz ve seyicri kalır; Meclisi Vükelâ odasının dışında baskıncılarla yaver ve oradaki komiserler arasında yapılan küçük bir çarpışmada Kâmil Paşa’nın yaveri Nafiz ve Nâzım Paşa’nın yaveri Kıbrıslı Tevfik beylerle bir komiser ve baskıncılardan Mustafa Necip Bey ölür veya yaralanır. (Yaralanmış olanlar da sonra ölecek veya öldürülecektir). Nâzım Paşa Meclis odasından çıkıp Enver Bey’le konuşurken veya daha doğrusu ona çıkışırken İttihat ve Terakki’ye bağlı subaylardan Yakup Cemil Bey tarafından öldürülür ve böylelikle baskıncılar sadaret dairesinde duruma egemen olurlar.
Bundan sonra Enver ve Talât beyler Kâmil Paşa’nın bulunduğu sadaret odasına girerler. O sırada orada bulunan ve polisten olup Kâmil Paşa’ya yan ağalığı yapan Hulûsi Efendi’den duyduğuma göre Kâmil Paşa onlara ne istediklerini ve neden geldiklerini sorar, Enver Bey söz alıp, çok saygılı ve çekingen bir dille ulusun coştuğu ve kan akmasının önüne geçilmesi için kendisinin sadaretten çekilmesi gerektiği yolunda konuşur. Kâmil Paşa devletin durumunun ağırlık ve kötülüğünü ve girişmiş oldukları işin ülke için doğuracağı tehlikeleri gösteren birkaç söz söyler; Enver Bey utangan bir durumla onu dinlemektedir. Ancak Talât Bey sert bir tavırla biteviye: ”İstifa! İstifa!” diye Kâmil Paşa’nın sözünü kesmekte ve onu konuşmaya bırakmamaktadır. Bir iki dakika sonra Kâmil Paşa istifasını yazar ve Enver Bey bununla saraya gidip padişahtan Mahmut Şevket Paşa’yı sadrazam yapan bir irade alır ve onu Babıâli’ye getirip oradakilere bildirir.
Arada Talât Bey Dahiliye Nezareti’ne gidip nazır vekili imiş gibi vilayetlere işi şu yolda bildirir:
Kâmil Paşa hükümeti Edirne vilayetini kâmilen ve Cezairi Bahri Sefidi (Adalar) kısmen düşmana bırakmaya karar vermiştir. Sarayda sadece Şûrayı Devlet üyelerinden ve ileri gelen memurlardan bir meclis toplayıp bu yoldaki kararını onlara zorla onaylatmıştır. -Ulusun bu yüzden galeyana gelip Babıâli önünde gösterilerde bulunması üzerine hükümet çekilmiştir.- Ulusun kutsal hakları var güçle korunacaktır.
Yukarıda gördüğümüz olaylara göre ne kadar yanlış ve hatta yalan olan bu yazı, yeni hükümetin biteviye yayımlayacağı propagandanın temeli olacaktır. Halbuki o sırada hükümetin anıklamakta (hazırlamakta) olduğu notada, bu ister sadrazamın Lovter’e söylediği ve Cemalettin Efendi’nin yazdığı ilk biçimde olsun, ister sadrazama Lovter’in söylediği ve padişahın söylevinde görülen ikinci biçimde olsun Edirne ve adaların Balkanlılara verileceği söylenilmediği gibi ikinci biçim, yukarıda anlatıldığı gibi gerek büyük devletleri, gerekse Balkanlıları çok güç bir duruma sokacak özde idi.
Yine o gün ve o sırada Talât Bey, eski Atina Elçisi Muhtar Bey’i yabancı elçiliklere yollayıp kendisinin Dahiliye Nazır Vekili tayin edildiğini (1), iç baysallığın (huzurun) korunulacağını ve yabancıların can ve mallarının tehlikede olmadığını bildirir ve inancalattırır. Muhtar Bey bunları Lovter’e söylerken bu yolda bir yetkisi olmamakla birlikte hükümet değişmesinin, her ne olursa olsun savaşın sürdürülmesi demek olmayacağını söyler.
Kaynak: BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Haziran 1999
belgesi-2776