Yıl 1881, mayıs ayının çiçekli, yeşil bir günü Selanik koyuna hâkim yamaçtaki mahallenin üç katlı pembe evinde Zübeyde Hanım’ın bir oğlu dünyaya gelmiştir (1). O sırada Rüsumat’ta memur olan kocası Ali Rıza Efendi, bu müjdeli haberden büyük sevinç duymuştur. Bu Türk ailesinin akraba ve mahalle muhiti, küçük Mustafa’nın annesinin lohusa yatağını günlerce ziyaret ederek, yavruya mutlu, uzun ömürler dilemişlerdir. Bu beşikte yatan sarışın çocuğun, elli sekiz yıl sonra Osmanlı padişahlarının İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’nda Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı, M. Kemal Atatürk olarak bir sonbahar ayında (10 Kasım 1938) ölümüne bütün Türk milletiyle beraber, dünya milletlerinin acı duyarak ağlayacaklarını, Selanikli akrabaları ve dostları o zaman acaba hiç akıllarına getirmişler midir? Şüphesiz ki hayır. Çünkü Mustafa, o tarihte Osmanlı devletinin başında bulunan hanedana mensup bir şehzade olarak doğmuş değildi. O, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tebası olarak nüfus kütüğüne yazılmıştır. Doğum müjdesi, komşu ve mahalle çevresinden dışarı çıkmamıştır. Fakat, büyüyen Mustafa Kemal’in tanınması derece derece yayılmış ve her kula nasip olmayan bir hızla ilerlemiştir. O’nun zekâsı meslek hayatına ve cemiyet çevrelerine yeni bir ışık olarak girmiş ve en hareketli tesiriyle parlak izler bırakmıştır. Yarım asırlık ömründe Türkiye’yi kurtarmış muzaffer bir başkumandan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş bir devlet reisi, Türk devriminin önderi ve nihayet dünya milletleri tarafından ”büyük adam” tanınan bir Türk olarak tarihe geçmiştir.
Bugün dahi Türkiye, ekseriya ”Atatürk Türkiyesi” diye anılır. Bu bakımdan O’nun Selanik nüfus kütüğünden itibaren, tarih sahifelerindeki hayatını bilmek, yarım asırlık Türk tarihini tetkik etmek demektir.
Küçük Mustafa okul yaşına geldiği vakit, babası Ali Rıza Efendi oğlunu yeni tarz mektepte okutmayı kararlaştırmıştır. Fakat annesi eski tarz eğitim ve öğrenim görmesini istiyordu. Bu iki fikrin, yani eski ve yeninin çarpışması, küçük Mustafa’da ilk derin izini bırakmıştır. Annenin arzusu sadece mektebe başlama törenini yapmakla yerine getiriliyor. Baba ise oğlunu ertesi gün yeni tarz mektebe kaydettiriyor. Fakat ne yazık ki memuriyetten ayrılarak kereste ticareti yapan genç baba, oğlunun okumasına şahit olamayacaktır. Mustafa, daha ilkokul çağında, babadan yetim kalmıştır. Ancak o, ailevi güçlüklere rağmen öğrenimine devam ediyor. Selanik Askeri Rüştiyesi’ne imtihan vererek giriyor (1893). Burada matematik öğretmeni Mustafa Efendi talebesinin kaabiliyet ve kemalini beyendiği için O’na Kemal adını veriyor. Mustafa Kemal 1895’te, doğduğu şehirden çıkarak, Manastır Askeri İdadisi’ne yatılı talebe olarak giriyor. Orada şiir ve edebiyata merak sarmıştır. Tatil zamanlarında ise Selanik’teki Frerler mektebinde Fransızcasını ilerletiyor. Mart 1899’da Mustafa Kemal’i İstanbul Harp Okulu’nun piyade sınıfında kayıtlı buluyoruz. O bir taraftan normal derslerine çalışırken, diğer taraftan hür fikirli şiir ve yazıları okuyor ve sınıf dışında arkadaş gruplarıyla aralarında münakaşalar ve münazaralar yapıyorlar. O aynı zamanda hitabete de çok meraklıdır.
1902’de Harp Akademisi’ne ayrılan M. Kemal memleket idaresinin durumu üzerinde düşünmektedir. O bir yandan askerlik derslerine çalışır ve onlar üzerinde mesleki bilgilerini kuvvetlendirirken, diğer taraftan da siyasi konular üzerinde fikrini işletmektedir. M. Kemal istibdat idaresini İstanbul’da daha yakından hisseder olmuştu. Harp Akademisi’nin genç subay talebeleri; yeni fikirler etrafında toplanmakta, hatta el yazısıyla bir de gazete çıkarmaktan çekinmemektedirler. Yüzlerce Harp Okulu talebesine hitap eden bu yazılar, bizzat M.Kemal’in kaleminden çıkmakta ve bu faaliyeti de o idare etmektedir. Bu hal mektep idaresi tarafından haber alınmakla beraber, kendilerine karşı cezai tedbir alınmadığını ve müsamaha ile karşılandığını bizzat M. Kemal hatıratında itiraf etmiştir. O üç yıllık talebeliği esnasında anlayışlı, zeki ve çalışkan olarak hocalarının takdirini ve dikkat nazarlarını çekmiştir. Ancak o kendi benliğinde manevi huzursuzluk içinde idi, mana ve mahiyetini bir türlü anlayamadığı duyguların tesiri altında küskün, kederli ve içinden gelen bir isyan duygusuyla dolu halde yaşıyor, okuyor, ne bulursa okuyor ve yazıyordu. Harp Akademisi’nde ve devlet merkezindeki izlenim ve incelemeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetlidir. Hocalarının verdiği askeri problemleri halletmeye çalışırken, adeta istikbalin meydan muharebelerini idare eden bir kumandan edasındadır.
11 Ocak 1905’te Mustafa Kemal Harp Akademisi’nden yüzbaşı rütbesiyle mezun olmuştur. Siyasi faaliyetlerine ise birkaç arkadaşıyla toplantılar yaparak devam etmektedir. Fakat içlerinden birinin haber vermesi üzerine İstanbul’da birkaç ay tevkif ediliyor. Hapisten çıkar çıkmaz da, Suriye’deki beşinci ordu merkezi olan Şam’a gönderiliyor (5 Şubat 1905). Bu münasebetle Osmanlı idaresinin Suriye’deki durumuna yakından şahit olmuş ve çeşitli fırsatlarla bu memleketin her tarafını gezmiştir. O, sivil ve askeri idareyi iyi görmemektedir. 1906 yılının Ekim ayında, birkaç fikir arkadaşıyla beraber ”Vatan ve Hürriyet” namı altında gizli, siyasi bir cemiyet kuruyorlar. Suriye, Lübnan ve Filistin’deki bazı merkezlerde bizzat bu cemiyetin şubelerini yaymaya çalışmış ve bu cemiyeti asıl Makedonya’da faaliyete geçirmek istemiştir. Bazı arkadaşlarının yardımıyla Selanik’te bu cemiyetin bir şubesini kurabilmiş ise de, askeri vazifesinin başına dönmek zorunda kalışı onu tekrar Suriye’ye gitmeye mecbur bırakmıştır. 1907 yılında M. Kemal’i kolağası rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müşürlüğünde vazife almış olarak buluyoruz. Daha evvel kendi kurduğu siyasi ve gizli cemiyet şubesinin Selanik’te ”İttihad ve Terakki” cemiyeti içinde yer aldığını görünce O da bu faaliyete iştirak etmiştir.
23 Temmuz 1908’de Hürriyetin ilanı, Osmanlı devletinde ikinci Meşrutiyet devridir. M. Kemal, bundan sonra ordunun politika ile uğraşmasını istememektedir. Bu itibarla asıl ordunun ıslahını, subayların talim ve terbiyesinin esas olduğunu kabul ettirmek için uğraşmış ise de, iktidarı ele alan ve siyasi bir parti olarak işbaşına geçen İttihad ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmemişlerdir. M. Kemal bu fikrin bir tatbikatı olarak bu yıllarda, birtakım askeri meselelere ait telif ve tercümeler yaparak neşretmiştir (2).
Meşrutiyetin ilanından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Trablusgarp’ta hürriyete karşı gelmek isteyenlerin durumunu tetkike memur edilen M. Kemal, dönüşte de Bingazi ve Girit’e uğramıştır.
31 Mart Vakası diye anılan (13 Nisan 1909) irtica hareketine karşı Selanik’ten müdahale eden “Hareket Ordusu” kurmaylığını yapan ve İstanbul halkına hitap eden beyannameyi kaleme alan yine O’dur. Bu yıllarda, O tenkit ettiği Osmanlı ordu teşkilatını ıslah etmek ve gelecek harp için esaslı bir surette hazırlamak fikrindedir. Fakat ne rütbesi, ne de vazifesi işe müsait değildir. Selanik’te alay kumandanı iken, Arnavutluk’ta çıkan ihtilal hareketine, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın kurmay başkanı sıfatıyla iştirak etmiştir. 13 Ocak 1910’da Redif 11. Selanik Tümeni Kurmay Başkanlığı’na tayin edilmiştir.
1910’da Fransa’daki “Picardie” askeri manevralarına Türk ordusunu temsilen gitmiştir. Eylül 1911’de M. Kemal’e İstanbul’da Genelkurmay Başkanlığı’nda bir memuriyet veriliyor. Fakat bu sırada İtalyanlar Trablusgarp’a hücum ediyorlar. O, Mısır yoluyla derhal buradaki müdafaaya koşmuştur. Burada binbaşılığa terfi etmiş ve 1912 yılında Tobruk ve Derne karargâhlarındaki mukavemet (direniş) hareketlerini idare etmiştir.
Ekim 1912’de Balkan Harbi’nin ilan edildiğini işitince, Avrupa yolu ile Romanya üzerinden İstanbul’a dönmüştür. Gelibolu Yarımadası’nı korumak için teşkil edilen Bolayır kolordusu kurmay başkanı sıfatıyla bu kumandanlık vazifesini üzerine almış ve bundan sonra Edirne’nin geri alınmasında bulunmuştur.
Bir sene sonra, Sofya merkez olmak üzere, Bükreş, Belgrad ve Çetine ataşemiliterliklerinde vazife almıştır. (27 Ekim 1913 – 2 Şubat 1915) Birinci Cihan Harbi’ne katılan Osmanlı ordusunda fiilen çalışmak istediğini bildirmesi üzerine, Gelibolu Yarımadası’ndaki On Dokuzuncu Tümen Kumandanlığı’na getirilmiştir. 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nı geçmeye muvaffak olamayan İtilaf Kuvvetleri, Gelibolu Yarımadası’nın batısına asker çıkarmak istemişlerdir (25 Nisan 1915). İşte M. Kemal, Arıburnu’nun Anafartalar kısmında emrindeki kuvvetleri iyi idare ederek, düşmanın ilerlemesini ve İstanbul yolunun karadan açılmasını önlemiş ve orada bir mukavemet cephesi kurmuştur. Bu harpler esnasında şahsi cesaretine katılan kumandanlık vasıflarından çok faydalanmıştır. Bu muharebe esnasında cebindeki saate isabet ederek onu parçalayan misket kendisini yaralanmaktan korumuştur.
1 Haziran 1915’te albaylığa terfi eden M. Kemal Çanakkale Muharebesi’nin karadan çıkarma hareketinde; büyük başarılar elde eden bir kumandan olarak memlekette tanınmaya başlamıştır. Düşmanın çekileceğini tahmin ettiği için taarruz ederek muvaffak olmayı istedi ise de, bu işe üst kumandanlar razı olmamışlardır. Bunun üzerine 10.12.1915’te buradan ayrılmış; 19.12.1915’te düşman kuvvetleri bu çıkarmada muvaffak olamadıkları için burasını terk etmişlerdir.
Çanakkale’den Edirne’deki XVI. Kolordu Kumandanlığı’na tayin edilen M. Kemal, 14 Ocak 1916’da bu vazifeye başlar.
Bu kolordu, Kafkas cephesine sevk olunmak üzere Diyarbakır’a nakledildiği için, 14 Nisan 1916’da generalliğe terfi etmiş olarak Silvan’da işe başlamıştır.
Bu suretle 1916 yılında General Mustafa Kemal, Doğu cephesinde kolordu kumandanı olarak, müdafaa harpleri yapmış, aynı zamanda Bitlis ve Muş’u düşman elinden geri almıştır (6-7 Ağustos 1916). Bu sıralarda Osmanlı devletinin Başkumandanlığı, müttefikleri Alman kumandanları ile birlikte Suriye, Filistin üzerinde bazı askeri planlar tertip ederek, General M. Kemal’e de burada Yıldırım Orduları, 7. Ordu Kumandanlığı görevi verilmiştir (5 Temmuz 1917). Ancak o buradaki inceleme ve izlenimlerinin sonucu, bu tertiplerin muvaffak olamayacağını ve memleketin umumi zaafını, mülki idarenin artık güvenilemeyecek bir hale geldiğini, iktisadi hayatın felce uğradığını belirten ve bunlara çare olarak tavsiyelerde bulunan bir raporu hükümete vermiştir (2 Eylül 1917). Madde madde açıkladığı fikirlerinde 1. maddenin sonundaki şu cümle dikkate değer: “Binaenaleyh harp devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike her taraftan çürüyen binay-ı muazzamı saltanatın bir gün dahilden birdenbire ve hep birlikte çökmesi ihtimalidir.”
4. Maddede ise şu sonuca varıyor:
“Bu muhtasar nazarı umumiden neticei istidlalin, artık her iş bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır, zemininde değildir. Böyle bir kanaati bedbinane düşmanların ve tehlikelerin en vahimi olduğunu izaha hacet görmem. İmkân-ı halâs ve hayat mevcut olup ancak tedabiri saibeyi bulmak” diyor ve alınacak kararlar için fikrini açıklayarak devam ediyor:
“Siyaseti askeriyemiz, bir müdafaa siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi son ana kadar saklamak siyaseti olmalıdır. Bu siyaset memleket haricinde bir tek Osmanlı neferi kalmasına mütehammil olamaz”. Rapor uzundur, bütün alınacak tedbirleri açıklar.
Başkumandanlık bu fikirlere iştirak etmez. Fakat az zamanda, düşmanın üstün kuvvetlerle taarruzu Filistin’in istilası ile neticelenir ve Kudüs İngilizlerin eline geçer.
M. Kemal’in askeri biyografyasında şu kayıt görülüyor. 9 Ekim 1917’de Suriye’deki 7. Ordu’dan 2. Ordu’ya becayiş ediliyor. 11 Ekim 1917’de ise izinli olarak ve tedavi maksadıyla İstanbul’a gelir ve 7 Kasım 1917’de General Karargâh emrindedir. Bu sırada yirmi gün sürecek bir resmi ziyaret için Almanya’ya gitmeye memur edilir. Bu suretle 1917 yılının son ayında, Osmanlı veliahtı M. Vahdeddin ile Almanya İmparatoru’nun ziyaretine gidilmiştir. (15.12.1917 – 5.1.1918). Oradaki umumi vaziyeti de yakından tetkik etme fırsatını bulan General Mustafa Kemal, müttefik devletler için akıbetin mağlubiyet olacağını açıkça söylemekten çekinmemiştir. Almanya dönüşü hastalandığından tedavi için Viyana civarında Karlspad’a gitmiştir. Burada geçen günlerinde (Temmuz 1918) M. Kemal memleketin durumunu daha sükûnetle mütalaa etmeye ve çareler aramaya, aynı zamanda da pek çok kitap okumaya fırsat bulmuştur. Bu sırada O’nun Suriye cephesi için hükümeti ikaz ederek söyledikleri, Osmanlı ordusu aleyhine tahakkuk etmiş bulunuyordu. Temmuz 1918’de padişah olarak Osmanlı devletinin başına geçen Vahdeddin, M. Kemal’i Filistin’deki 7. Ordu’ya tayin etmiştir. Fakat artık düşman taarruzunun önüne geçmek imkânsız hale gelmişti.
Nitekim; Osmanlı ordusu yer yer mukavemet etmekle beraber, Halep’e kadar çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu arada Bulgarlar Selanik mütarekesini imzalamışlardır (Eylül 1918). 30 Ekim 1918’de de Osmanlı devleti Mondros Mütarekesi’ni imzaladığı vakit, Alman kumandanının Suriye cephesinden ayrılması icap ettiğinden, M. Kemal Yıldırım Orduları Kumandanlığı’nı almak mecburiyetinde kalmıştır. O, bu durum karşısında ve Mondros Mütarekesi’nin tatbikatı bakımından İstanbul hükümetini ikaz eden telgraflar çekmiş ve memleketi saran tehlikeyi sadrazama bildirerek çareler tavsiye etmiştir. Fakat İstanbul hükümeti duruma hâkim olmaktan uzak ve âciz idi. Kasım 1918’de M. Kemal ordusunun başından alınarak İstanbul’a çağırılmıştır. Devlet merkezinde umumi mağlubiyetin acısı, pek çetin günlerin geçmesine vesile olmuştur. Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da siyasi faaliyette bulunan M. Kemal, memleketi bu işgal durumundan kurtarmak için kendi fikirlerine taraftar toplayarak planlarını hazırlamakla meşgul olmuştur. General M. Kemal’in Osmanlı devletinden aldığı son resmi vazife, ordu müfettişliği ve kendi bölgesindeki mülki amir ve memurlara emir verme selahiyetidir.
Hayatının otuz dokuzuncu yılına bastığı ayda (mayıs) General M. Kemal Türkiye’yi kurtarma ve yeni bir devlet kurma devrine girmiştir. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı gün, derhal işe başlamıştır. Türk yurdunun Ege sahiline düşman silahlı kuvvetleri çıkıp yerleşmek isterken 22 Mayıs 1919’da Samsun’dan İstanbul hükümetine Mustafa Kemal imzasıyla giden raporun bir cümlesi şöyledir:
“Millet birlik olup (yekvücut) hâkimiyeti esasını ve Türk duygusunu hedef tutmuştur.”
1918 mütarekesinden sonra bölgesel kurtuluş çareleri aramak için teşkilatlanmak isteyen veya Osmanlı devletinden tamamen ayrılarak başka devletlerin himayesine girmek isteyen cemiyetlerin faaliyeti karşısında M. Kemal bu yukarıdaki cümle ile kurtuluş savaşının esas prensibini; birlik, milli hâkimiyet ve Türk duygusu, diyerek belirtmiştir.
28 Mayıs 1919’da Havza’dan Anadolu’daki kumandan ve mülki amirlere gönderdiği tamimin esas fikri şu cümlede beliriyor:
“Yurt bütünlüğünün korunması, bunun için milli teşkilat kurulması, düşman işgalini protesto etmek için mitingler tertip edilmesi ve bu hareketlerin kamuoyuna, İstanbul hükümetine ve yabancı devletlere telgraflarla duyurulması.”
Bunda da yurt bütünlüğü fikri ve düşman işgalinin Anadolu halkı tarafından protesto edilmesi için milli teşkilat kurulması tavsiyesi vardır.
22 Haziran 1919 Amasya’dan çekilen telgraflarla “Vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir” cümlesiyle bütün kumandan ve valilere alarm işareti verilmiştir. Erzurum ve Sıvas siyasi kongrelerine memleket mümessillerini davet eden bu imza sahibi kimdir? Resmi sıfatı ordu müfettişi ve padişahın fahri yaveri, millet soruyor. Bu kumandanının geçmişte başarıları var mıdır? O’nun yukarıda izah ettiğimiz askeri hayatı, Türkiye’ye dalga dalga yayılmaya başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen bütün nişanlarını taşıyan O’nun resmi, elden ele dolaşıyor. Milletçe öğreniliyor ki O, Birinci Cihan Harbi’nden mağlup çıkan bir devletin ordusunda muzaffer, münekkit ve muvaffak bir kumandandır.
Bu sıralarda memleketin umumi durumu şu haldedir:
Mondros Mütarekesi, galiplerin lehinde en geniş manasıyla tatbik edilmektedir. Bu parçalanmayı Sevr Muahedesi ancak tasdik edecektir (10 Ağustos 1920).
Bunların karşısında Osmanlı hanedanı ve hükümeti tam teslimiyet halindedir. Adeta galip devletlerin isteğini yerine getirmek için iktidar mevkiindedir. Azınlıklar, yabancı devletlerin maksatları için çalışıyorlar ve cemiyetler kuruyorlar. Memleketin asıl sahibi Türk halkı ise, başsız, teşkilâtsız endişe içindedir. Fakat bütün millet umumi durumu hoş görmeyen bir halde. Kurtulma ve istiklal fikrini düşünenler ancak bölgesel çareler arıyorlar. Eğer bu teşekküller muvaffak olursa, Türkiye Selçuk devletinin çöküşü sıralarındaki gibi küçük devletlere ayrılacaktır. Ancak bunların elbette uzun müddet yaşamasına imkân olmayacaktır.
Batı ve güney bölgelerinde silahlı mukavemetler yer yer başlamıştır. Fakat, üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilmeler, hatta bazı yerlerde panik halini alan kaçmalar, İç Anadolu’ya doğru akmaktadır.
Coğrafi durumun tabii mihrakı Orta Anadolu olmuştur. Şimdi bütün iyi niyetlerle yapılan bu hareketleri teşkilatlandıracak ve toplayacak bir önder lazımdır. Eğer bu önder çıkmazsa devletin istiklali, memleketin geleceği tehlikede olacaktır. Bu yer yer toplanan milis kuvvetleri de dağılmaya mahkûm olacaktır. İşte bu birlik Mustafa Kemal adının etrafında toplanmaya başlamıştır. İlk alarm 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimi ile başlar. M. Kemal imzasını taşıyan bu yazıda: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denir.
Temmuz 1919, Erzurum Kongresi’nde M. Kemal askeri sıfatlarından ayrılmış ve İstanbul hükümetine isyan etmiştir. Eylül ayında Sıvas Kongresi’nin reisi, Doğu ve Batı vilayetlerindeki siyasi cemiyetlerin birleştirici ve ihtilal şefi olarak ortaya çıkmıştır. 1919’un son ayında (27 Aralık) M. Kemal Sıvas Kongresi’nin seçtiği “Heyeti Temsiliye” başkanı sıfatıyla Ankara’ya gelmiştir. 1920 yılında ise, memlekette başlayan eylemin resmen bir önder etrafında örgütlendiğini görmekteyiz. 16 Mart 1920’de işgal kuvvetleri tarafından “Meclisi Mebusan” dağıtılınca “Heyeti Temsiliye” başkanı sıfatıyla parlamentoyu Ankara’da toplamıştır. Şimdi kısaca 1920 ile 1923 yılları arasındaki zamanda Türkiye’ye bakalım:
Maddi kuvvet başlangıçta hemen hiç yok gibidir. Fakat 1922 Eylülü’nde düşman ordularını denize dökecek bir duruma gelmiştir. Bu kuvvetler belki sayıca, malzemece her zaman üstün olmamıştır. Fakat, muntazam teşkilat haline gelen memleket kuvvetleri, başkumandan ve değerli kumandanlar tarafından iyi idare edilerek bu vatanı kurtarmıştır. Siyasi vaziyeti Türkiye Büyük Millet Meclisi ve memleket idaresini de O’nun hükümeti eline almıştır. Bunların da reisi aynı başkumandandır. Savaş yılları en kritik zamanlardır. Dahilde millet kuvvetleri ilk zamanlarda ikiye ayrılmıştır. Bunun için evvela birliği temin etmek icap etmiştir. Diğer taraftan da düşman, üstün kuvvetlerle memleket içerilerine ilerlemiş iken Birinci ve İkinci İnönü savaşları, Sakarya Meydan Muharebesi ve nihayet Büyük Taarruz ile memleketten dışarı atılmıştır (Eylül 1922).
Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra (25 Temmuz 1921) Sakarya’nın doğusuna çekilen ordunun tam mesuliyetini başkumandanlık selâhiyeti ile üç ay müddetle Büyük Millet Meclisi M. Kemal’e vermiştir (4 Ağustos 1921) Sakarya Meydan Muharebesi’ni muvaffakiyetle yöneten ve düşmanı geri çekilmeye mecbur eden Başkumandana Türkiye Büyük Millet Meclisi Mareşal rütbesi ile Gazi unvanını tevcih etmiştir (19 Eylül 1921).
Başkumandan ve Meclis Reisi Gazi M. Kemal, Büyük Millet Meclisi’nde (Ekim 1922) şöyle der: “Milletimiz tek bir adam gibi gösterdiği sarsılmaz vahdet (birlik) ve gayret sayesinde bu muvaffakiyeti ihraz etmiştir (başarıyı kazanmıştır).”
Diğer taraftan yukarıda da görüldüğü gibi, Osmanlı hükümetinin zaafı karşısında M. Kemal, bir hükümet kurmak için Büyük Millet Meclisi’ni toplamayı esas telâkki etmiştir (görüş saymıştır).
Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda mağlûp addedilen taraf devletlerden mütareke ve sulh antlaşması imza edip, bunların yürürlüğe girmesini kabul etmeyen sadece Türk milleti olmuştur.
Milleti diyorum, çünkü Osmanlı devleti hem Mondros Mütarekesi’ni (1918) hem de Sevr Sulh Antlaşması’nı (1920) imza ederek, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin maalesef sonunu getirmiştir. 1919-22 yılları arasındaki devirde Osmanlı devleti yurtsuz, milletsiz bir hükümet durumuna düşmüştür. Kurtuluş Savaşı esnasında halifenin yardımcıları rolünde olan Teali-i İslâm Cemiyeti mensupları beyannamesinde “Yunan ordusunun hilâfet ordusu sayılması gerektiği” ilan edilmiştir. Fakat asıl önemli olan cihet İtilaf devletleriyle yapılan bu antlaşmaların çok ağır şartlarını tatbike kalkışan Osmanlı hükümetine karşı milli bünyemizin bunları kabul etmemesi ve kurtuluş mücadelesi için bu belgelerin müthiş bir tahrik vasıtası olmasıdır.
Türk milleti, Gazi M. Kemal’in idaresi altında, Türk vatanını dört yıl mücadeleden sonra düşman istilasından kurtardığı zaman ise, halife unvanını taşıyan Osmanlı padişahı kendi şahsi selametini düşman kumandanına sığınmakta bulmuştur. Esasen vatana, millete hiçbir olumlu iş yapmamış ve Türk milletini tanımamış, aksine Anadolu’daki milli mukavemeti önlemek için her türlü tedbiri almaktan geri kalmamış olan Osmanlı padişahının 16/IX/1922 tarihli ve Halifei Müslimin unvanıyla yazdığı mektubu ibretle okunmalıdır:
“Dersaadet işgal orduları başkumandanı General Harrington Cenaplarına, İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fahimesine (itibar ve etkinliğine) iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahallî ahara (uygun yere) naklimi talep ederim efendim.”
3 Mart 1924’te Hilafet BMM tarafından kaldırıldığı vakit dış memleketlere giden halifeyi ve hilâfet makamını diğer Müslüman devletlerden hiçbiri benimsememiş ve bu makamı devletlerinin başına getirmemişler.
24 Temmuz 1923’te Dışişleri Bakanı ve Başmurahhas İsmet İnönü (General) tarafından imza edilen Lozan Muahedesi’yle TBM Meclisi Hükümeti, bütün dünya devletleri tarafından sınırları belirli, kapitülasyonların kaldırıldığı bir devlet olarak tanınmıştır. Bu muahede askeri zaferimizin bir neticesi olmuştur.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve ilk cumhurbaşkanlığına Gazi M. Kemal, Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmiştir. Bundan sonra artık bir Osmanlı saltanatı kalmamış, yerine cumhuriyet esaslarına uygun bir devletin temelleri atılmıştır. 1923’ten 1938’e kadar on beş yıl Atarürk kurduğu devletin reisi olarak vazife görmüştür. 1934’te BM Meclisi O’na Atatürk soyadını bir kanunla vermiştir. Bu tarihten itibaren, Mareşal Gazi Mustafa Kemal, “Atatürk” adı ile anılmıştır.
SONUÇ
Bu kitabımı bitirirken günümüzde üzerinde durulan konulara değinerek Kemalizm=Atatürkçülük deyimlerinden anladıklarımı açıklamak istiyorum.
Ben bu kitabımda M. Kemal Atatürk’ün biyografisini, fikri hayatından bir kısmını belgeleriyle verirken, asıl Türk Devrimi’ni belirli bir sıra içinde ele almadım. Halbuki günümüzde bu deyimlerin her bakımdan açıklığa kavuşması gerekir. M. Kemal Atatürk, İkinci Cihan Savaşı arifesinde Türkiye Cumhuriyeti 15 yaşını doldurduğu yıl, tarihi görevini ölümüyle sona erdirmiştir. Yarım asrını doldurmuş bu tarihi devremizin karakteristik vasfını iki bölümde incelemek gerekir.
Birincisi 1918-1922 yılları arasında yurdumuzu istila eden düşmana karşı savunma ve belli sınırlar içinde bağımsız Türk devleti.
İkinci devre 1922-1938. Bu zamanı M. Kemal ”Türk Devrimi” diye adlandırır ve devrimi de şöyle tarif eder:
”Mevcut müesseseleri zorla değiştirmek.” Biraz daha açıklık vermek için şu cümle ile tamamlar, ”Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri kurmuş olmaktır.”
İşte bu tarife göre Türk Devrimi’nin birinci bölümü, devlet şeklinde ve müesseselerinde yapılanları kapsar. Monarşik, teokratik Osmanlı devletinden, demokratik laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti müesseselerinin bu yeni şekle göre değiştirilmesi gerekmiştir. Bunu bir bütün olarak almakla beraber, devlet müesseselerinin zorla değişmesi yanında daimi bir ilerleme halinde olan sosyal bünyede elbette günün şartlarına uygun gelişmeler kaydedilmiştir.
Cumhuriyet’in ilk devirlerinde sosyal yaşantımızda büyük önemi olan aile hukuku ve milletin yarı nüfusunu teşkil eden kadına siyasi alanda eşit hak tanınması elbette bir devrim hareketidir. Bunu diğer dünya devletlerindeki durumla mukayese edersek büyük bir ileri hamle olarak tespit ederiz.
Kıyafet ve şapka giyimini asrımızın medeni bir icabı olarak telâkki etmekle beraber, kıyafet her devrede yeniliklere değişikliklere uyar. Ancak Osmanlı devletinin çökme devrinde Türk’e kıyafet bakımından gayrı medeni bir görünüm vermesine sebep oluyordu. O zamanki katı geleneksel düzenin gelişmesiyle elbette fayda temin edilmiştir. Çünkü bunlar bir geri zihniyetin temsilcisi idi.
Entelektüel alanda en verimli ve cezrî olanı ise harf değişikliğidir. Bu elbette büyük bir devrimdir. Atatürk bu hareketin başı olarak gelişimi ve yavaş yavaş tatbikini değil kanun yolu ile birdenbire eskiden yeniye ve hem de kolayca dönmeyi sağlamak istemiştir. Bu devrim şüphe yok ki her çevrede okuma-yazma nispetini çoğaltmıştır.
M. Kemal Atatürk ilke olarak şunları tespit etmiş ve açıklamalarını bizzat kendisi yapmıştır.
Cumhuriyetçiyiz, diyor ve devlet şekli olarak milli egemenliğe dayanan sistemin demokratik usullerin gelişmesine bağlı olarak işlemesini öngörüyor.
Milliyetçilik, Türk milliyetçiliğini esas alarak Osmanlılığı ret ederek, ümmet ve Turancılık ideolojilerini milli siyasetimiz için uygun bulmuyor.
Milliyetçiliğin esası Türk adında sembolleşiyor.
Halkçılık, prensibi ise tamamen demokratik bir ifadedir. Çünkü kanun önünde herkesin eşit olması ve sınıf üstünlüğü tanınmamasıdır. Böylece de yine prensip olarak sınıf mücadelesi kabul edilmiyor. Türkiye’de iş bölümüne göre Türk halkı vardır.
Devletçilik, bu deyim tamamıyla ekonomik bir anlayışın ifadesidir. Bu mesele için aynen şu açıklamalar yapılmıştır:
”Kişinin çalışması esas olmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi geliştirmeye eriştirmek için milletin genel ve yüksek menfaatlarının icap ettirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.” Bu tarif için Atatürk ve o zamanki devlet adamlarımız arasında pek çok konuşmalar ve açıklamalar yapılmıştır. Bu prensibe göre devletleştirilen ekonomik kurullar olduğu gibi endüstri alanında doğrudan doğruya devlete ait olanlara, bir plan gereğince önem verilmiştir.
Laiklik, din ile dünya, din ile devlet işlerinin ayrılması anlamına gelir. Devlet idaresinde bütün kanunların ve usullerin çağdaş ilim ve fenne dayanması ve günün ihtiyacına cevap verecek durumda olmasını temin etmenin zaruretine inanarak dini inançlarla bir tutulması kabul edilmiştir.
Bu ilkelere son olarak eklenen İnkılapçılık=Devrimciliktir. Bu kelimenin de bir tarifi yapılmıştır ve denir ki: ”Milletimizin birçok fedakârlıklarla yaptığı devrimlerden doğan ve gelişen prensiplere sadık kalmak ve müdafaa etmek esastır.” Fakat asıl bu deyimin üzerinde Atatürk’ün konuşmalarından işittiklerim şöyledir:
Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak sosyal bünye daima gelişen ve tekâmüle yönelmesi zaruri olan bir durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi hem manevi sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir.
Tarihin seyri içinde hiçbir prensip dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti yaşadığı çağın medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir.
İşte bu inkılapçılık prensibine bağlı oldukça Türk topluluğu medeniyet âleminde geri kalmama yolunu bulacaktır. Ancak bunda da daima göz önünde tutulacak nokta, milli bütünlüğümüzü ve milli menfaatımızı en titiz bir itina ile muhafazadır.
Böylece İnkılapçılık=Devrimcilik prensibi Cumhuriyetimizin ilk devrinde birtakım kökten değişikliklere konu olmuş, aynı zamanda Türk milletinin geleceği için de bir yol gösterici prensibi kabul etmiştir.
Bir de bu münasebetle şunu kaydetmek isterim ki, her ideal addedilen nazariye, bütün milletlere uygulanamaz. Milletlerin ancak kendi bünyelerini iyi tanıyan ve içlerinden çıkabilecek önderleri ve idarecileri, çağdaş bilim verilerinden faydalanma şartıyla toplumu ileri götürebilme yeteneğine sahip olurlar.
Devrim, her şeyi sadece devirerek değil, yapıcı-kurucu olduğu zaman bir değer taşır. Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü ile kitabımın bu sonuç kısmını kapatıyorum. ”İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir.”