Bilim, sadece yeni keşifler ve icatlar için değil, yaşamın tümü için gereklidir. Ancak ne yazık ki bu düşünce ve kavrayış, toplumsal tarihimizin çok kısa bir evresi dışında egemen ve etkili olamamıştır. Oysa bilim, doğrudan görünür ya da görünmez biçimde, aydınlanmanın ve ilerlemenin temel hareket ettirici gücüdür. Bilimi, toplumsal tarihin sessiz motoru olarak nitelendirebiliriz.
Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet’in ilanından önce bilimin önemini ve gerekliliğini vurgulamaya başlamıştı. Atatürk, Cumhuriyet’in yönünü ve geleceğini belirleme de, bilimi temel kılavuz olarak almıştır. Buna örnek olarak bazı söylemlerini gösterebiliriz;
27 Ekim 1922’de büyük zaferden üç ay sonra Bursa’da öğretmenlere şöyle seslendi;
“Hanımlar, beyler, memleketimizin en mamur, en latif, en güzel yerlerini üç buçuk sene kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber ittihaz etmemizdendir. Milletimizin siyasi ve içtimai hayatında, fikri terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır.”
22 Eylül 1924 tarihinde, Samsun İstiklal Ticaret Mektebinde yine öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada şunları söylemişti;
“Efendiler, dünya da her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fen haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.”
Ahmet Cevat EMRE “İki Neslin Tarihi” adlı kitabında Gazi’den dinledikleri sözleri şu cümlelerle nakleder;
“Ben o adamım ki ordunun, memleketi ve milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat İlim bilhassa içtimai ilim sahasına dâhil işlerde ben kumanda vermem. Bu vadide isterim ki, beni âlimler (bilginler) irşat etsinler (aydınlatsınlar, yetiştirsinler). Siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız bana söyleyiniz. İçtimai ilmin güzel istikametlerini gösteriniz. Ben takip edeyim…”
Atatürk 10. yıl nutkunda “Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir” sözleri ile meselelerimize hangi yoldan çözüm aranması gerektiğini, şüpheye mahal kalmayacak biçimde ifade eder.
Ve Atatürk bir defa daha demiştir ki;
“Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”
Atatürk’ün “en hakiki mürşit ilimdir” diye tanımladığı müspet ilimin üretildiği yerler ise üniversitelerdir.
Cumhuriyet’in ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi de dönemin değişen koşullarına göre kendisine çağdaş bir yer edinmeliydi, bu sebeple 1933 tarihinde Üniversite Reformu gerçekleştirilmiştir.
1933 Üniversite reformunda alınan kararlarda önemli olan birkaç hususa değinmek isterim.
İstanbul Üniversitesi’nin yeni kadrosu üç kaynaktan oluşacaktı.
1. Eski Darülfünun’dan (Üniversite’den) kadroya alınanlar.
2. Avrupa üniversitelerinde öğrenim ve ihtisaslarını başarı ile tamamlayıp yurda dönenler.
3. Yurt dışından getirilecek yabancı profesörler.
6 Haziran 1933’te İstanbul’da Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ile yapılan toplantıda 30 yabancı profesörün isminin olduğu bir liste de mutabakat sağlandı. Buna göre yabancı profesörler;
1. Üniversite’de tam gün çalışacaklardır.
2. Öğrenciler için çevirmenler yardımı ile Türkçe ders kitaplarını en kısa zamanda hazırlayacaklardır.
3. Üçüncü yıldan itibaren Türkçe ders vereceklerdir.
4. Hükümete gerektiğinde bilirkişi raporu hazırlayacaklardır.
Atatürk yeni üniversiteyi oluştururken kadronun seçkin olmasına itina göstermiştir. Gelen Alman profesörlerinin bir kısmı dünya çapında ün sahibiydi. Unutmamak gerekir ki Alman Üniversiteleri 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar, yayınları, yeni buluşları ve güçlü bir iş disiplini ile dünyanın en gelişmiş üniversiteleri özelliğini taşıyorlardı. Bu nitelikler yeni oluşturulan İstanbul Üniversitesi’nin sağlam bir temelde yükselmesinde etkili oldular.
Diğer göze çarpan bir yenilikte, üniversitenin halk konferansları ve üniversite haftaları ile halka açılmasıdır.
Atatürk, üniversiteleri Türkiye’nin kültür birliğini oluşturacak kuruluşlar olarak düşünmüş ve 1930’lardan itibaren hız verdiği milli kültür politikasının bir aracı olarak çağdaş bir yapıda oluşmalarına itina göstermiştir.
Bilimin ve eğitimin önünü açmak için atılan bazı adımlardan bahsedersek;
İlk, orta ve yüksek öğrenim gören öğrenci sayısı arttı. Mühendis mektebi’nde 1923’te öğrenci sayısı 83 iken 1928’de 255’e yükselmişti. 7 Ekim 1925’de Darülfünuna bilimsel ve idari özerklik tanındı. 26 Aralık 1925’de Avrupa takvim ve saat sistemi kabul edildi. 24 Mayıs 1928’de Latin rakamları Türk rakamı olarak kabul edildi. Asrın uygarlık düzeyine ulaşmayı kolaylaştırmak amacıyla 1928’de harf devrimi yapıldı. 1927’den başlayarak başarılı öğrenciler devlet hesabına okumak üzere Avrupa’ya gönderildi. 1928-1929 ders yılında yurt dışında bulunan toplam öğrenci sayısı 170’dir (36’sı kız öğrenci). Bu dönemde yurt dışında doktora yapanların büyük çoğunluğu pozitif bilimler alanındadır. Sosyal bilimlerde batı ülkelerinde doktora yapan Türklere daha çok İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra rastlanmaktadır.
1927 yılında Türkiye radyo yayınına dünyada ilk başlayan ülkeler arasındadır, bu da teknolojiye ne kadar önem verildiğini gösterir. 1926 yılında ilk otomatik telefon santrali hizmete girmiştir. 1923 – 1928 yılları arasında Türkiye’de 6 tane popüler bilim dergisi yayınlanıyordu. Bu dergilerden Fen Âlemi dergisinin sahibi Mehmet Refik Bey, derginin 15 Mart 1926 tarihli sayısında, Darülfünun Fen Fakültesi’nin düzenlediği, halka açık pratik elektrik ve makine derslerine her yaş ve meslek gurubundan 425’den fazla kişinin kayıt yaptığını bildirmektedir. Halkın bilimsel ve teknolojik konulara gösterdiği bu şaşırtıcı ilgi, ülkemizin o yıllardaki bilimsel atmosferini tasvir edebilmemize yarayacak bir başka örneği oluşturmaktadır.
Atatürk eğitimden beklenenin ne olduğunu vurgulamak için diyor ki; “Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir topluluk biçiminde yaşatır ya da bir ulusu tutsaklık ve yoksulluğa götürür.” Çünkü: “Eğitimde hızla yüksek bir düzeye çıkacak bir ulusun yaşam savaşımında maddi ve manevi bütün güçlerinin artacağı kesindir.”(1928)
Ve son olarak, NUTUK’UN son sayfasında, gençliğe hitabenin hemen üstünde şu satırlar dikkatten kaçmamalı; “Efendiler, bu nutkumla, Milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklalini nasıl kazandığı, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan Milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.”