Sabah olunca, güneşin kuvvetli ışıkları, Konya’nın eskiliğini ortaya çıkarıyor. Rüzgârın boyuna yerden kaldırdığı sarı renkli toz bulutu içinde tepelere tırmanış, yüksek yayla havasının verdiği güçle, çok kolay oluyor. Çıktığımız her tepeden bambaşka bir manzara görünüyor, vadilerin tabanında sarı renkte sert ve vahşi bir toprak var, kayalar ise pembe mermerden.
Genç havacı subaylar, büyük bir merakla millî hareket hakkında Paris’te ne düşünüldüğünü öğrenmek istediler. Her gün savaştıkları İngiltere’den nefret ediyorlar, fakaz bizim de bazı haksızlıklar yaptığımızı söylemekten çekinmiyorlar.
Onların gözünde Refet Paşa, yalnız komutan değil; hem şef, hem baba.
Camilerin kapıları, inşa tarihleri sırasıyla birer birer açılıyor. Anadolu’ya egemen olan beylikleri gözümüzün önüne getiriyordu. Bu camilere şimdi her çeşit askerî malzeme doldurulmuş, kapılarına birer nöbetçi dikilmiş. Birçok gizli güzel köşeler, hiç kimsenin açmayı aşaramadığı kapılar, kıymetli ağaçtan oyulmuş parmaklıklar ve yüzyıllarca birçok sarsıntılara dayanmış büyük kubbeler var.
Ara sıra genç bir hoca bizim gruba katılıyor, soru soruyor ve suçluyordu. Burada, Lord Curzon’un adamlarına karşı yapılan savaşın tam ortasında bulunmak, içimde garip bir his uyandırıyor. Sert hareketler, anlaşılmaz bir durum, kin ve nefret karşısında kayıtsızlık sebeplerini insanın bilemediği bir sürü olay, aynı zamanda, hiçbir şeyden korkmayan ve her türlü güçlükten yılmayan müthiş bir irade göze çarpıyor.
Aynı gün saat 4’te Refet Paşa, Bağdat demiryolunu çeviren hava alanının pistinde bir aşağı, bir yukarı geziniyordu. Subaylarıyla beraber burada bulunduğu zamanlar kendini âdeta evinde gibi hissediyor ve bundan büyük zevk alıyordu. Onlardan, “Bunlar benim gerçek ailem” diye bahsediyordu.
Hava alanındaki pavyonda, çay saatinde bütün kurmay heyeti toplanmıştı. Refet Paşa, subayları dinlerken tebessüm ediyor, onların Fransızca konuşurken yaptıkları birkaç yanlışı, çok güzel Fransızcasıyla düzeltiyordu. Sonra kendisi söze başlıyor ve Filistin cephesindeki hatıralarını anlatıyordu. Onun bu derin bilgisi, fark edilmeyen ince alayları, hiçbir şeye bağlı olmayışı, acaba uzun süren yalnız yaşamasından mı ileri geliyordu? Müttefik devletlere karşı sert eleştiriler yapıyordu: ”Mütarekeden beri ne yaptılar? Niçin bu kadar tereddüt ediyorlar?”
Genç subaylar şeflerinin etrafındaki halkayı gittikçe küçültüyorlar, yüzler aynı ifadeyi alıyor, gözler aynı biçimde parlıyordu. Paşa, ”Biz ne milliyetçi, ne birlikçi, ne uyuşmacıyız, biz etiket istemiyoruz” diyordu. Biraz sonra da, ”Biz Türküz, vatanseveriz ve yaşamak hakkını elde etmek istiyoruz” dedi. Eliyle çevredeki dekorun ciddiyetini, mütevazı sofrayı işaret ederek, herkese düşen ücret ve maaşın azlığını anlatmak istiyordu. Sözü savaşın zorluklarına, daima kurulan tuzaklara, her gün yapılan çatışmalara getirdi: ”İşte Avrupa’nın yirmi beş yıldır bize şu veya bu biçimde empoze ettiği savaş ve ileri cephede olan bizler bunun bize nelere mal olduğunu çok iyi biliriz.”
Bir de Refet Paşa’nın, askerin siviller hakkındaki çok olumsuz düşünceleriyle cephe gerisindekiler için söylediklerini dinlemek gerek. Kısa, fakat anlamı büyük kelimelerle gerçek düşmanı açıklıyordu: İngiliz emperyalizmi. Birden susuyor, kibarlık ve nezaketinin yarım bıraktırdığı cümleler onun ne demek istediğini pek güzel anlatıyordu.
Bütün bunlarda, ne bir tehdit, ne de abartma, fakat çok kesin bir sentez var: “Niçin onlara böyle söylemiyorsunuz? Niçin? Fakat söyleseniz de sizi dinlemeyeceklerine eminim. Onların gözünde birer yarı vahşi değil miyiz? Hiç bizi dinlemek zahmetini göze aldılar mı? Çeteler kurmak, bunları ordu kadrosuna almak, savaş oyunu oynamak; bu, onların hoşuna gidiyor. Fakat iş bir milletin ilerlemesini kavramaya, onun düşüncesini anlamaya gelince hayır, buna asla yanaşmıyorlar.”
Ben yan gözle, Fransız subayı Yüzbaşı D.’ye bakıyorum. O da heyecanla dinliyordu. Milliyetçilik ona da sirayet etmiş ve kendininkini hatırlatmış, bu yüzden hayran kalmıştı.
Dönüşte, hızdan sarsılarak, zıplayarak giden otomobilde lâtif geceyi seyrediyor, aynı izlenimlerimizi birbirimize anlatıyorduk.
Kaynak: Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği
belgesi-2682
SERVET-İ FÜNUN DÖNEMİNİN ÖNEMLİ SANATÇILARI TEVFİK FİKRET (1867-1915): Şairin, Batılı sanat anlayışını benimsemesindeki en önemli…
SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATI (EDEBİYAT-I CEDİDE) (1896-1901) Servet-i Fünun veya Edebiyat-ı Cedide devri, Türk edebiyatında…
FECRİ ATİ EDEBİYATI Servet-i fünun edebiyatının devamı niteliğinde olan fecr-i ati topluluğu,1909 yılında ortaya…
ÖZELLİKLER: Boyut: 28x8x6 cm Ağırlık: 850gr Ekran: Yok Devre sayısı: 30 Konuşma süresi: 35 dakika…
There are two kinds of questions: yes or no questions and wh- questions. You ask…
A positive sentence tells you that something is so. A sentence that tells you something…