Müslüman’ın Müslüman’a, Arap’ın Arap’a, Türk’ün Türk’e karşı savaşında resmi tarihçiliğimiz, genel olarak devlet geleneğinin “yüksek” çıkarları gereği kazanan ve belirleyenden yana biçimlenmiş ve bizi de böyle bir tarih bilinciyle donatmaya çalışmıştır. Türk İslam tarih yazımı da işte böyle çarpık bir yaklaşımla biçimlenmiştir.
Nitekim mirasçısı olmakla övünmemiz istenen Osmanlı tarihi, Anadolu’daki tüm Türk beyliklerinin ve Türk olmayan diğer İslam egemenliklerinin bir bir yıkılmasının savunulması ve onların aleyhine bir koşullandırma amacına uygun yazılmıştır.
Örneğin Türk ulusu açısından, en az Osmanlı’nın Türklüğü kadar Türk olan Anadolu Türk beyliklerini de, örneğin Candaroğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Hamidoğulları, Eşrefoğulları, Durkadiroğulları, (Türkçeyi borçlu olduğumuz) Karamanoğulları ve tabii (resmi tarihlerimizin ‘Acem’ olduğu izlenimi verdiği, oysa Osmanlı’ya göre çok daha saf Türk olan) Akkoyunluları ve Safevileri de sahiplenmemiz gerekmez miydi? Oysa salt onları tasfiye eden Osmanlıları atalarımız belleyen bir tarih yazımıyla karşı karşıyayız.
Batıda düşman, Hıristiyan devletler iken doğudaki düşmanlar, öncelikle Karamanoğulları olmak üzere Müslüman Türk beylikleridir.
Türkmen beyliklerine yönelik boyun eğdirme politikası, gerçekte Osmanlı’nın batıdaki genişlemesinin de, siyasal ve ekonomik anlamlı olduğunu gösteren tipik bir örnektir. Kuşkusuz başka bir dinden olmak asla bir işgal nedeni oluşturamayacağı gibi dinine çok bağlı olmak da başka dinlerden toplulukları işgal etmenin gerekçesi olamaz. Yani Osmanlı’nın batıya yönelik genişlemesi de, insanlık değerleri açısından en az doğuya yönelik seferleri kadar reddedilmesi gereken olgulardır. Ancak dinsel ön koşullanma içinde batıya yönelik seferlerin, “Hak dini yaymak” gibi bir mazeretle, insanlarımız nezdinde “meşru ve iyi” gösterilmeye çalışıldığı anımsanırsa, doğu seferleri, bu koşullandırmanın da gerçekte temelsiz olduğunu gösteren çarpıcı olgulardır.
Tarihteki her imparatorluk, her talancı devlet gibi Osmanlı devleti de, çevresindeki topraklara, gerçekte kendisine ait olması gereken toprak ve zenginliklere başkaları tarafından el konulduğu ve onların ele geçirilmesi gerektiği şeklinde bir ideolojik çerçeveden bakmış ve öyle bakılmasını sağlayan koşullandırmalara gitmiştir. Hal böyle olunca, “hak dini yaymak” gerekçesi, inançsal değil siyasal ve emperyalist bir amacın ideolojik kılıfı haline gelir.
Büyük Selçuklulardan beri yerleşmiş ananeye göre Orta ve Doğu Anadolu, İran’da kurulan İslam devletlerine tabi sayılmaktaydı. Osmanlı’nın genişleme alanı ise, Selçuklu sınırlarının ötesi Hıristiyan topraklardı ve işte ancak bu alandaki yayılmalar meşru sayılıyordu.
Özetle o dönem Müslüman aleminde Orta ve Doğu Anadolu Osmanlı’nın değil, doğudaki imparatorluklarının egemenlik alanı sayılıyordu. Osmanlı’nın Hıristiyan topraklardaki genişlemesi İslam dünyasında sevinçle karşılanıyor, ancak yüzünü doğuya, burada oluşmuş dengelere dikmesine ise adeta bütün İslam devletleri arasında oluşmuş bir konsensusla ters bakılıyordu. Oysa gelinen noktada Osmanlı İmparatorluğu, artık yerleşmiş olan bu sınırlamaya son vermek, sadece “Rum devleti” değil, İslam coğrafyasındaki dengeleri bozarak bütün İslam devletlerinin tek egemeni olmak istiyordu.
Değil mi ki Osmanlıların “kafiri” ezmesi “iyi” bir şey olarak karşılanmıştır, bu mantık çerçevesinde Osmanlı’nın, “her Müslüman varı yoğuyla kayıtsız şartsız bana tabi olacaktır!” talebiyle karşılaşması kaçınılmazdır. Özetle her şey bir “orman kanunu” içinde biçimlenmektedir ve o kanun, ‘orman’ın despot tarafından ulaşılabilen bütün sınırları içinde geçerlidir.
Bu politikanın Osmanlı geleneği içindeki ilk sistematik uygulayıcısı Fatih’in büyük dedesi I. Beyazıt olmuş ve kısa zamanda tüm Anadolu beyliklerine boyun eğdirip hepsini haraca bağlayarak “Yıldırım” unvanını almıştır. Ne ki Osmanlı’nın o günkü gücü çerçevesinde boyundan büyük iş yapmış ve bir müddet sonra da kendinden büyük olan bir başka despota, Timur’a 1402 Ankara Savaşı’nda yenilmiştir.
Buna karşılık, Fatih, II. Murat’ın yarattığı birikimler ve İstanbul’un fethinin büyük morali ve Osmanlı devlet yapısının yeniden organizasyonu ile Yıldırım Beyazıt’la kıyaslanamayacak bir güce ulaşmıştı. Dolayısıyla daha büyük bir güvenle yüzünü doğunun ilhakına çevirebilirdi. Osmanlı, gelinen noktada artık çevresindeki küçük beyliklerin kendine haraç ödemesiyle yetinmeyecek, bütünüyle ilhak etme politikasına yönelecekti.
Osmanlıların Hıristiyanlara karşı hızla büyürken aynı zamanda Anadolu beylikleri üzerinde hak iddia etmeleri, onları haraca bağlaması ve fırsat bulduğunda bununla da yetinmeyip onları ilhaka yönelmesi, Osmanlı’nın bu büyümesinin, beyliklerce kaygıyla izlemesini, doğal olarak da kendilerini korumaya yarayacağını düşündükleri girişimlerde bulunmalarını beraberinde getiriyordu.
Esasen Osmanlıların diğer Türk beylikleri nezdindeki konumu hiçbir zaman kardeşçe biçimlenmemiş, diğer beylikler Osmanlı’ya karşı hep kaygılı olmuşlardır. Bu nedenle Fatih’in büyük bir ordu ve donanmayla Ceneviz kolonisi Amasra’yı almayı hareket ettiği haberi, aynı zamanda Fatih’in eniştesi olan Candaroğlu İsmail Bey’i kaygıya boğarak ve hemen savunma tedbirlerine girişmesine neden olmuştur. Ne ki Osmanlı, oyununu çok daha ince oynadığından, İsmail Bey, bir müddet sonra beyliğinin tarihe karışmasını engelleyemeyecektir.
Türk beyliklerinin en büyüğü ve Selçukluların varisi durumunda olan Karamanoğulları’yla sınırdaş olmaları nedeniyle Osmanlı-Karaman ilişkisi özel bir önem taşıyordu. Osmanlıların Ankara’yı işgal etmeleri Karamanoğulları’nı endişelendiren ve karşı arayışlarını da kışkırtan bir işlev görecekti. Osmanlı’nın devam eden genişlemesi kısa zamanda Karamanoğulları’yla savaşa neden olacak ve 1387’de I. Murat, Bizans İmparatoru’nun, Köntendil Prensi ve Sırp Kralı’nın askerlerini de içeren melez ordusuyla Konya’yı kuşatacak ve Karamanoğlu’nu boyun eğmeye zorlayacaktı.
Ardından Yıldırım Beyazıt’ın Türk beyliklerini boyun eğdirmeye yönelik geniş operasyonuyla karşılaşırız. Yıldırım, Gerimyanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamitoğulları topraklarını bir bir işgal ve ilhak eder. (1390)
Osmanlı’nın İmparatorluk ülküsü çerçevesinde tahakküm politikası Karamanoğulları’yla yetinmez. Küçük engeller bir bir temizlenirken Anadolu’nun iki büyük gücünün kapışma günü de yaklaşır. Osmanlı’nın karşısına yine Türk ve yine Müslüman gerçek bir rakip dikilmektedir. Osmanlı batıda büyürken doğuda da Akkoyunlu devleti hızla büyümektedir. Uzun zamandır birbirini kollayan, aradaki beylikleri ele geçirmeye veya diğerine kaptırmamaya çalışan bu iki büyük güç nihayet yüz yüzeydiler. Anadolu ikisine birden dar geliyordu.
Osmanlı’nın beylikleri bir bir yok etme politikası karşısında son kalan beylikler Akkoyunluların şahsında kendilerine adeta güvence bulmaktadırlar. Ancak Osmanlı daha Rum karışımı, kozmopolit bir Türklük tablosu gösterirken Akkoyunlular, Acem ve Kürtleri de içeren bir Türk devletiydi.
Eğer söz konusu savaştan Akkoyunlular galip çıkmış olsaydı, büyük bir olasılıkla Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıların değil Akkoyunlu devletinin devamı olarak tarih sahnesinde olacak ve tarih metinlerimizde Uzun Hasan’ın olumlulukları Fatih’inkilere ağır basacaktı. Hatta kimbilir, şovenlerimiz, Fatih’in bizzat Türklere yaptığı zulümlerden, hatta onun kimbilir belki de “Hıristiyan” olduğundan söz edeceklerdi. Ne de olsa resmi tarihin ilkesi yoktur, çıkarı vardır. Ama gelin görün ki savaşı Fatih kazanacak ve bizler de tarihi bugün bize okutulduğu gibi Osmanlı’dan yana okuyacaktık.
Değişik tarihçiler Osmanlı ordusu için, 100 ila 200 bin kişi arasında rakamlar verirler. Buna karşılık Akkoyunlu ordusu 70 bin civarındadır. Osmanlılar sayı üstünlüğünün yanı sıra, mızrak, kılıç ve yaylarla donanmış Akkoyunlulardan farklı olarak ateşli silahlarla, top ve tüfeklerle donanmıştı; Uzun Hasan ise “top tüfenk cengi görmemişti.”
Öncü kolların çarpışmaları ardından nihayet 11 Ağustos günü iki devasa ordu Otlukbeli’nde karşı karşıya gelir. Dünyanın en korkunç muharebelerinden biri gerçekleşir. İnanılmaz bir yoğunlukla kelleler uçuyor, kafalar parçalanıyor, göğüsler deliniyor, insanlar atların arasında parçalanıyor, top mermileri düştüğü yerde ayrımsız yüzlerce insanı parçalara bölüyordu. Savaş, nihayet sekiz saat sonra, hem sayıca hem de teknik olarak üstün olan Osmanlı ordusunun galibiyetiyle sonuçlanır. Sadece Akkoyunluların ölü sayısı 55 bin kişiydi.
Özellikle Akkoyunluların yenilmesiyle Osmanlı, dinin kutsalı Hilafet merkezi Memlûklarla karşı karşıya gelmişti artık. Bu dur durak bilmez, Hıristiyan Müslüman ayırmaz devletin Akkoyunluları da devre dışı bırakması, İslam aleminde oturmuş dengelerin devamından yana olan Memlûkların kaygılarını iyice arttırmıştı. Sonraki politikalar ve Yavuz Selim’in nihai sonuçlandırmasıyla da görüleceği gibi Osmanlı’nın niyeti, tıpkı Selçuklular, Abbasiler ve Emeviler gibi, hilafeti de hegemonyasına alarak İslam coğrafyasının tek egemen devleti haline gelmekti.
YaniAkkoyunlular ve diğer Anadolu beylikleri gibi doğrudan Türk devleti olmasa bile Memlûklar da Türk kökenli bir devletti. Ancak bu durumun Osmanlı karşısında ona bir yararı olmayacaktı; çünkü onun sorunu Türklük veya başka bir aidiyetlik değil kayıtsız şartsız egemenlik kurmaktı.
Osmanlı İmparatorluğu, Fatih’in yoğun seferlerinin askeri yorgunluğu ve halkın ağır enflasyon ve vergilerle bitap düşmesinin neden olduğu içe kapanma dönemini (II. Beyazıt) atlattıktan sonra, I. Selim dönemiyle birlikte, kaldığı yerden Türk ve Müslüman komşularına saldırmaya devam edecektir.
Nihayet bu son beylikler sorunu da Memlûklarla birlikte Yavuz’un 1516 seferinde çözülecek, Akkoyunlular hariç tüm İslam ve Türk coğrafyası Osmanlı’nın kesin tahakkümü altına girecektir. Yavuz’un Müslüman Mısır’ı ilhakı ve Memlûkları yıkmasıyla hilafet sembolleri de Osmanlı’nın eline geçecektir. Eğer silah gücüyle el konulan sembollerle hilafet olunabiliyorsa, o andan başlayarak Osmanlı, İslam aleminin tek egemeni olmasının yanı sıra aynı zamanda hilafet merkezi olacaktır. Bu ise Türk ve Müslüman halklar nezdinde Osmanlı egemenliğine büyük avantajlar sağlayacaktır.
Tüm bu aktardıklarımızın ışığında artık rahatlıkla yineleyebileceğimiz gibi, Fatih ile safiyane cihat ve gazacılık arasında çizilen paralellik doğru değildir. Fatih tıpkı diğer benzerleri gibi, karşıt dinlerden insanlara saldırdığı kadar kendi inancından olan insanlara da saldırmış olan bir imparatordur. Onun diğer Müslümanlardan ilhak ettiği toprakların genişliği Hıristiyanlardan ilhak ettiği topraklardan daha geniş, öldürdüğü Türk ve Müslümanların sayısı öldürdüğü Hıristiyanlardan daha fazla olmuştur.
Kaynak: Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006
belgesi-1833
Boşaltım sistemi vücutta homeostazın sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.Böbrekler, üreterler ve mesaneden oluşan boşaltım…
Büyük Atatürk'ün ölümünü takip eden günlerde, o zamanlar yalnız Avrupa'nın değil, dünyanın en güçlü günlük…
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu.…
Eğer bir insanın başına 'elektroensephalograf' (ezberlemeniz gerekmez!) adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız, o insanın yaydığı…