Resmi tarihlerde İstanbul’un fethi, aynı zamanda “Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı başlatan” bir olay olarak aktarılır. Ancak sıra bu iddianın gerekçelendirilmesine gelince dikkate değer hiçbir açıklamayla karşılamayız. Bununla birlikte fethin “çağ açtığı”, dolayısıyla Fatih’in “çağ açan” olduğuna ilişkin iddia, ifrat düzeyinde yinelenmeye devam edilir. 29 Mayıs 1453, “çağın değiştiği gün!” ilan edilir.
İddianın biçimlenmesinde gariplikler vardır üstelik. Örneğin Cumhuriyet sonrası sağcı tarihçiliğin icadıdır bu “çağ açma” esprisi. Hatta, kimi ilerici yazarlarımızın, (hatta daha gariptir bir Rum yazarımızın) bile teşne olabildiği bir iddiadır.
Fatih’ten yana olumlu görüşler belirten Fernard Grenard; “İstanbul’un alınmasının hiçbir hakiki ehemmiyeti yoktur. Bu uzun zamandan beri kaybolmuş bir kimsenin ölüm ilmühaberinden, zaten büyümüş olan bir iktidarın da doğum ilmühaberinden başka bir şey değildir.” Fakat bu formalite, üzgün Avrupalıların gözünde ebedi gibi görünen bir haşmetin yıkılmasını canlandırıyordu. İmparatorluk, payitahtında, bugünkü devletlerin hepsinden daha esaslı surette mevcuttu ve onu almadıkça, fatihler başsız bir vücudun uzuvlarını toplamış oluyorlardı.
Gerçekte İstanbul’un fethi çok büyük bir olaydır. Ama niçin büyük bir olaydır? Öncelikle Orta Çağ boyunca gerçekleşmiş en büyük ve en uzun savaşlardan biri olmasıyla böyledir. Başta top teknolojisi ve savaştaki işlevi olmak üzere, saldırı ve savunma tekniklerinin gelişimi anlamıyla böyledir.
İstanbul’un fethedildiği o yüzyılda Orta Çağ, gerçekten de tarihsel ömrünü tüketmiş, çözülme sürecinde epey mesafe kat etmiş bulunmaktaydı. Ancak Batı dünyası, diğer bir dizi olanak ve iç ayrışmayla Orta Çağ’ı aşma süreci yaşarken, Osmanlı, ne yazıktır ki İstanbul’la birlikte, kendi orta çağının en büyük manevi sembollerinden birine kavuşuyordu. Bu anlamda İstanbul’un fethinin, medeniyet tarihi açısından, Osmanlı’nın orta çağını kalıcılaştırdığını söylemek, “Orta Çağ’ı kapattığını” söylemekten çok daha gerçekçi olacaktır.
Bizans’ın bu içten içe çürüyüşüne karşın, Batı, Rönesans’ın oluşum koşullarıyla da yükselişe geçmiştir. Buna karşılık Bizans’ın içine girdiği çöküntü atmosferini aşmak gibi bir şansı hemen hemen 100 yıldır kalmamıştır; çünkü dört bir yandan giderek genişleyen bir Osmanlı kuşatması ile karşı karşıyadır. Onu kuşatan Osmanlılar açısından bilimsel ve kültürel ilişki, dolayısıyla gelişme merkezi olamadığı gibi, kendisinden çok uzaktaki Hıristiyan dünyası açısından da bir ilişkilenme ve çekim merkezi olmaktan iyice uzaklaşmıştı. Bizans’ı sadece çöküş beklemektedir ve bu çöküşün, tarihin orman kanunlarınca yazıldığı o atmosferde Osmanlıların elinden gerçekleşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
1453’e gelindiğinde şehir nüfusu, 75 bin civarındadır; ki bunların 15 bini Ermeni, Rus, Musevi ve kısmen de Türklerden oluşuyordu. 29 Mayıs sabahı Rum nüfusun 60 bini esir, 5 bini ölü, 10 bin kadar yaşlısı ise “rivayet muhtelif” haline gelecekti; kendi yurdunda esir ve ölüler şehri Bizans!
Özetle İstanbul, işgal öncesi önemini ve nüfusunu yitirmiş, tarihi ve surları çok güçlü olsa da orta büyüklükte bir şehir devletinden ibaretti.
Öncelikle anımsanmalıdır ki, coğrafi keşifler İstanbul’un Osmanlılara geçmesi üzerine klasik ticaret yollarının kapanması sonrasında değil, öncesinde ve Akdeniz ticaretinin egemeni İtalyanlarca değil, bunda rolü olmayan Portekizlilerce, İstanbul’un fethinden 34 yıl önce başlatılmıştır. Özetle İstanbul’un fethi ile coğrafi keşifler arasında kurulan neden sonuç ilişkisi de ciddiyetten uzaktır.
“Dünya ekonomik haritasının kullanılması ve etkisinin Avrupa’da kendisini göstermesi 1453’ten sonradır”; ancak buradan hareketle, Osmanlı’nın “kazandığı zaferin ve Bizans’ın çökmesinin bu değişimdeki rolü ve etkisinin büyük” olduğunu iddia etmek tarihi gerçekliği zorlamak olacaktır.
Nasıl ki 1453 öncesinde Osmanlı egemenliği Akdeniz ve Karadeniz ticaretini kapatmamışsa sonrasında da, belli kısıtlamalar dışında kapatmamıştır. Mütercimlerin de belirttiği gibi, İstanbul’un fethi, Akdeniz ticareti üzerinde, Mısır’ın işgali kadar bile etki yapmamıştır. Avrupa’ya yönelik akınlarda da İstanbul’un temelli bir işlevi olmadığı açıktır; çünkü Osmanlı daha yarım yüzyıl öncesinden beri Tuna boylarında at koşturmaktadır.
İstanbul’un fethiyle Osmanlı iç düzeninde kurumlaşma yönünde değişimler gerçekleşmiş, ancak bu durum Osmanlı’nın bilimsel ve düşünsel anlamda dünyanın gelişme dinamiklerini yakalaması gibi bir gelişmeye neden olmamıştır. Esasen köhnemiş Bizans’ın kalıntıları arasından böyle bir dinamizm çıkarmak da mümkün değildi.
Özetle bir şehir devleti olarak Bizans’ın Osmanlı’ya ne ekonomik ne de bilimsel gelişme anlamında dikkate değer bir katkısı olamamıştır.
Avrupa ulus devletlere doğru, şehirler sanayileşmeye doğru, serfler işçileşmeye doğru evrim geçirirken sivil toplum oluşur, hümanizm, bilimsel düşünce ve hukuksal normlar belirginleşmeye başlar. Antik Çağ’ın entelektüel ve bilimsel birikimleri, üstelik Arap Altın Çağı’nda (8-10. yüzyıllar) işlenmiş, yeni sıçramalar için dayanak noktası olabilecek haliyle Avrupa’da dolaşmaya başlar.
Özetle dünya gerçekten de yeni bir çağa yönelmekte, modern dönemin öğeleri fışkırmaktadır birbiri ardına. Bu değişimin öğelerini, bir bütün olarak insanlığın felsefede, sanatta ve bilimde önemli atılımlar yapmasında, üretimde, gemicilikte ve askerlikte yeni teknolojilerin kullanıma sokulmasında ve dünyanın coğrafi keşfinde arayacaksak, açıktır ki İstanbul’un fethi hem bu öğelerden biri değildir, hem de Osmanlı’nın bu gelişmenin dışında kalmasını engelleyici bir işlev görememiştir.
Bu durumda teslim etmek zorundayız ki, İstanbul’un fethinin, dünyanın sonraki biçimlenmesi üzerinde doğrudan ve temelli bir etkisi yoktur. Nitekim şehrin Hıristiyan dünyası için ekonomik bir önemi ve Haçlı Seferleri’ni kışkırtan bir Kudüs kadar bile manevi değeri kalmadığından dişe dokunur bir yardımla desteklenmemiştir.
Bu bağlamda, tarihsel ömrünü çoktan tamamlamış olan Bizans’ın yıkılmasına “çağ değiştirme” gibi hamasi bir anlam yüklemenin, komplekslerimizi dışa vurmaktan öte hiçbir maddi temeli yoktur.
İstanbul’un fethine çağ atlama misyonu yüklemenin temelsizliğinin en çarpıcı kanıtı, Osmanlı’nın fetihle yaşadığı yoğun merkezileşmenin sonucu olarak, kendi orta çağını çok daha kurumsal ve derin olarak yaşamaya başlaması ve bu durumun 19. yüzyıla kadar devam etmesidir.
Bu bağlamda Avrupa Rönesans’a yönelirken Osmanlı, İstanbul’un fethi ile gerçekleşen reorganizasyonuyla despotik bir merkezileşme dönemine giriyordu.
Özetle Avrupa çağ atlarken Osmanlı, Bizans’tan devraldığı Orta Çağ’ın karanlık dehlizlerinde kendini dondurmuş oluyordu.
Kaynak: Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006
belgesi-1832
01. Et ve Et Ürünlerinde Boya Maddeleri Aranması 01.01. Organik Boya Aranması …
"Islahat hareketlerinin babası ve 19.yüzyıl Osmanlı siyaset adamlarının fikir ustası" (1) olarak tanınan Hariciye Nazırı…
DUSUNCE AKIMLARI Ortaya atilan her yeni "dusunce akimi"nin yandaslari, ileri surdukleri goruslerin bir "yeni dunya…
01. Yöntemin Prensibi Domateslerde 4-CPA kalıntı analizi yönteminin temel prensibi örneğe uygulanan…
01. Meyve Sularında Etanol Tayini 01.01. Yöntemin Prensibi Örnekten damıtılarak ayrılan etanolün,…