İstanbul’da Türk çevrelerinde büyük hayranlık ve âdeta vecit içinde, İngiliz-Yunan lokallerinde ise sınırsız bir nefretle sözü edilen bu millî hareket acaba gerçekte neydi? Birtakım insanlar bundan kinle, diğerleri ise aşkla bahsediyorlardı.
Uyandırdığı duyguların şiddeti, bunun derin bir kökü ve canlılığı olduğunu ispatlıyordu. Zaten, her zaman sinirli ve huzursuz olan şehrin her yerinde bu hissedilmiyor muydu?
Yunanlıların ve İngilizlerin yaptıkları gibi, İstanbul’da milliyetçiliğin de sadık yanlıları ve dernekleriyle bunlara para yardımı yapanlar vardı. Bu akım aynı zamanda Müslümanlığın esaslarından da yararlanıyordu. Bunu anlamak için bu davaya baş koyanları (fedaîleri) dinlemek yeterdi. Bunlar, ülkelerine Fransa’dan yeni gelmiş Fransızlarla ilişki kurmak ve onlara, vahim durumlarını ve ümitlerini bildirmek için can atıyorlardı. Hâlbuki öteden beri İstanbul’da yaşayan, duyarlıkları kaybolmuş, daima şüpheci yabancılar, Türk idealizmini pek fazla ciddîye almıyorlardı.
Yeni gelenin etrafı ustaca sarılıyordu. İlk önce, bir aracı veya dost kendisine, herkesin ulu orta, aslını bilmeden sözünü ettiği hareketin gerçekte ne olduğunu öğrenmek isteyip istemediğini soruyordu. O bu sırrı öğrenmeden İstanbul’dan gitmek ister miydi?
Ertesi gün veya daha ertesi gün, herkesin uykuya dalmak üzere olduğu bir saatte, kendisine gizlice bir mesaj ulaştırılıyordu. Ona, adını ve kimliğini bildirmeyen birisinin bir han odasında kendisini beklemekte olduğu söyleniyordu. Yabancı, bir an tereddüt ettikten sonra merakına yenilerek gitmeyi kabul ettiğini bildiriyor, acele giyindikten sonra koşarak gidiyor, fakat civarda pusu kurmuş nöbetçi İngiliz albayı ile veya bu hizmetinden dolayı birkaç kuruş ödül alacak olan Rumla karşılaşıyordu. Bu arada bir kenara gizlenmiş olan haberci durumu izlemekteydi. Bunun yüzündeki kötülük ifadesi, en saf kişilerin bile anlayacağı kadar belirgindi.
Fedaîler, tepeden tırnağa kadar komitacıydılar. Bunların, ülkenin iç kısımlarından geldikleri solgun yüzlerinden, esmerleşmiş ellerinden belli oluyordu. Bizim fedaî de, İngiliz hatlarını geçebilmek için türlü kılığa girmiş, üzerindeki şık elbiseye daha alışamamıştı. Gözlerinde, uykusuzluktan ve yorgunluktan çelik parıltısına benzer bir renk vardı. Birçok tuzaklardan kurtulup gelmişti. Vücudunda sinir gerginliğinden ötürü zaman zaman ürpermeler oluyordu. Fakat çevreye bir göz attıktan sonra kendini toparladı ve Doğu’ya özgü nazik bir tavırla, ”Geç kaldığımdan dolayı beni bağışlayın, zira böylesi daha az tehlikeli oluyor. Bu sebeple sizi gece yarısı rahatsız ettim, görüşelim mi?” dedi.
O vakit, birkaç elektrik ampulünün biraz aydınlattığı yarı karanlıkta, gece bekçisinin anlamsız bakışları altında konuşma başladı. Her çeyrek saatte bir, civar sokaktaki bekçinin kaldırıma çarpan sopasının tok sesi duyuluyordu. Bu, yorgun ve her şeye kolay inanmayan Beyoğlu’nda, Müslümanların uyanık olduğunu gösteriyordu.
Oraya gelen, ”Ben doktorum” diye söze başladı ve adıyla unvanını açıkladı. Fikirlerinin kendilerini tehlikeli maceralara sürüklediği idealist gençlerden biriydi. Böylece, milliyetçilerin kurmay heyetine girmiş, arkadaşlarıyla birlikte milliyetçi şeflerin meclisini oluşturmuşlardı. Her türlü sorumluluğun ve başarısızlığın ağırlığı onların omuzlarına yüklenmişti. Haberlerin en çabuk şekilde ulaştırılması onlara bırakılmıştı. Bir savaşın veya bir müzakerenin kaderi onların maharet ve ustalıklarına bağlıydı. Bu, onlara düşen en zor ve ağır bir görevdi. İslâmın kaderci felsefesi onları lüzumsuz misillemeden koruyordu.
”Bizim hareketimiz tamamıyla vatanseverlik hareketidir” diyordu, doktor R… “Bu kelime belki sizi şaşırtır; bunu Türkiye’de daha önce duymamışsınızdır. Vatanseverlik, mütarekeden sonra, bizim çektiğimiz ıstıraplardan doğmuştur.”
Daha sonra hatip, davasını anlatmaya başlıyor, haklı olduklarını ispat eden olay ve delilleri birer birer ortaya koyuyor, Müttefiklerin keyfi muamelelerini, yeni milliyetçilik prensiplerinin ortaya çıkış sebeplerini açıklıyordu. Anlatılanlar gerçeğe uygundu. Asya’nın anlaşmaz bir tutumla yaptığı bu suçlamaları çürütmek, inkâr etmek imkânsızdı. Bekçinin sopasının tekrarlanan sesleri saatlerin geçtiğini hatırlatıyor, ama konuşma uzayıp gidiyordu. Her iki taraf da kendi görüşünü muhafaza ediyordu.
Birden kısa bir ayrılık cümlesinden sonra, garip ziyaretçi ortadan kayboluverdi. Orada gözcülük yapan, fakat görünmeyen bir arkadaşı tarafından aralanan kapıdan süzülüp gitti. Söylemek istediklerinden daha fazla bir şey söylemeden, duymak istediklerini de duyduktan sonra oradan ayrılmıştı. Ama gayesine ulaşmıştı. Karşısındaki ise, daha fazlasını öğrenmek merakından bir türlü kurtulamayacaktı. O, artık olaylar ve belgeler arasında bocalayacak ve her çeşit sözler işitecekti. Bunların hepsinden doğru bir sonuç çıkarmak büyük bir sabır işiydi.
Kaynak: Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği
belgesi-2667
FECRİ ATİ EDEBİYATI Servet-i fünun edebiyatının devamı niteliğinde olan fecr-i ati topluluğu,1909 yılında ortaya…
ÖZELLİKLER: Boyut: 28x8x6 cm Ağırlık: 850gr Ekran: Yok Devre sayısı: 30 Konuşma süresi: 35 dakika…
There are two kinds of questions: yes or no questions and wh- questions. You ask…
A positive sentence tells you that something is so. A sentence that tells you something…
Use the base form of a verb to give commands or make direct requests. This…
A sentence is a group of words that expresses a complete thought. A sentence must…