Olabilecek en büyük israf, sanırım, insan kaynağının boşa gitmesi olacaktır. Bazen çeşitli ortamlarda, oradaki insanların harcandığını görürüm. Buna Türkçe’de çok güzel bir ad verilmiş: Adam Harcamak.
Evde adam harcamak:
Evde adam harcanır mıymış, demeyin. Örnekleri ben vereyim, gerisine birlikte karar verelim.
İlk örnek karı koca arasında; erkek ya da kadın fark etmiyor, bir çok kez şunu görebiliyorum; diyelim ki çocuk, bir yanlış yapıyor, mesela bardağı kırıyor. İlk kim görürse, ötekine "al işte senin çocuğun, bütün kötü huylarını senden almış" diyor. Ama eğer çocuk iyi bir şey yaparsa, "aslan oğlum, bana çekmiş" deniyor. Bunu diyen, eşini harcamış olmuyor mu?
Bir başka örnek: Bir akşam bir ailede idim, erkek yeni emekli olmuştu. Ben de hayırlı olsun, demiştim. Kadın atıldı. "Yaa, günü dolar dolmaz emekli oldu. Çünkü çok ağır işi vardı, o kadar ağırdı ki bir gün daha dayanamadı, kaçtı kurtuldu." dedi. Sonra kızına döndü "sen anlatsana kızım, çok güzel anlatıyorsun" dedi. Kızı başladı anlatmaya "bir gün iş yerine babamı ziyarete gittim. Ben tam ofislere doğru gidiyordum, babam iş yerinin bahçesindeki çardaktan, bana seslendi. Yanına gittim, elinde bir gazete parçası, mangalı yelleyip duruyor. Meğer mangal yakmışlar, et yapacaklarmış, çok yoruluyordu babam, çoook." dedi. Sizce, anne ve kız babayı harcıyorlar mı orada? Mesela, belki baba kızının geleceğini önceden öğrenip, "dur şuna güzel bir sürpriz hazırlayayım" demiş olamaz mı? Ya da böyle olmasa bile, yıllarca orada, o aile için çabalamış adamın emekliliğini kutlayan birine anlatılacak hikaye bu mudur? Şöyle deseler nasıl olur? "Yaa, yıllarca alıştı çabaladı, hatta üniversitede okurken bile çalışmış, şimdi artık zamanı geldi, hep birlikte, ailemizle birlikte yaşamın keyfini çıkaracağız işte."
Gene olmuş bir olay; bir ev ziyaretinde rastlamıştım yıllar önce: adam dışarıda idi. Biz hanımı, çocukları ile çay içiyor, konuşuyorduk. Derken adam dışarıdan geldi. Yemeğimizi yedik. Bu arada hep kadın yemeği koyuyor, kaldırıyordu. Kadın bulaşığa geçti. Biz içeride sohbete devam ettik. Kadın da işini bitirip yanımıza geldi. Kısa bir süre sonra da ben kalkmaya karar verdim. O sırada kadın "aaa, daha bir şeyler ikram edecektim" gibi bir laf etti. Adam derhal "kadın olsaydın da hiç değilse bir çay koysaydın" dedi. Şaka yapmıyordu, ciddiydi. Kadının suratındaki bıkkınlık ve iç yanması mıydı, bana mı öyle geldi bilmiyorum? Belki de adam harcama denilen şeydir.
Arkadaşım anlatmıştı; sınavlardan sekiz aldığında (on üzerinden), babası, "sınıfta kaç kişi dokuz, kaç kişi on aldı?" diye sorarmış. Belli ki baba çocuğunu harcamaya karar vermiş. Belki de bu baba, bir kaç yerde "bardağın hep boş tarafını görmeyeceksin, dolu tarafını da göreceksin" diyor da olabilir. Ama iş çocuğuna gelince durum değişiveriyor.
Okulda Adam Harcamak.
Bir toplumda, ailede adam harcamak bu kadar kolay gerçekleşiyorsa, toplumun kalan kurumlarında adam harcamak çok daha kolay olacaktır. Okul da onlardan biri. Bir eğitimde katılımcı arkadaşlarımdan biri anlatmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, öğretmen anneler günü için şiir yazmalarını istemiş. Bu da evde ödevini yapmış, bir şiir yazmış. Ertesi ders, sınıfta şiirini okuyunca, öğretmen "sen kimi kandırmaya çalışıyorsun, kendi yazmadığın şiiri neden kendinin gibi okuyorsun" demiş. Arkadaş, "Hocam ben yazdım" diyecek olmuş, Hoca; hadi oradan, sen kim, böyle bir şiir yazmak kim?" demiş. Arkadaşım sözlerini şöyle tamamlamıştı: "o gün bu gündür, edebiyattan da şiirden de nefret ederim." İşi topluma insan kazandırmak olan öğretmen, edebiyatı, şiiri ve çok daha önemlisi bir genci baltaladığının farkında mıdır acaba?
Bir çok sınıfta halen, çalışkan öğrencilerin önlere, diğerlerinin arkaya oturtulduklarını öğreniyorum. Arkada oturanlar kendilerini nasıl hissediyorlardır acaba? Bir okula yaptığım eğitimde okul ortamının ve öğretmenliğin liderlik ve iletişim boyutlarını incelerken, hayretle öğrendim ki, bazı okullarda hala, pazartesi günleri, öğrencilerin giriş kapılarında, onların kıyafetlerini ve saçlarını kontrol etmek pek yaygınmış. Bu denetimler sırasında, saçı biraz uzun olan erkek öğrencilerin, zaman zaman makas ile, oracıkta, diğer öğrencilerin gözleri önünde, saçlarının kesildiği ve böylece traş olmaya mecbur bırakıldıkları oluyormuş. Bir delikanlıyı, orada saçı kesilirken düşünün. O sırada da gönül verdiği sınıf arkadaşı bir kızın da o anda onu seyrettiğini düşünün. O öğrenci kendini harcanmış hissetmeyecek midir? Okula, öğretmene, öğrenmeye karşı bakışı nasıl olacaktır?
Bir arkadaşım anlatmıştı: Akşehir’de okulun birincisi imiş. Babasının görevi nedeniyle, İstanbul’a gelmişler. Tabii ki okula yazılmış. Sınıfa ilk girdiği gün, öğretmen onu sınıfa tanıtmış ve tahtaya kaldırmış. "Akşehir’de okul birincisiymişsin. Çöz bakalım şu soruyu" diye ona bir soru sormuş. Arkadaşımın söylediği şuydu: "Oysa, heyecandan adımı dahi söyleyecek halim yoktu. Tabii ki çözemedim." Öğretmen, "Akşehir’de birinci olmak kolay, ama burası İstanbul, burada bakalım ne yapacaksın?" demiş. Küçücük bir çocukla bu şekilde uğraşmak ne büyük bir öğretmenlik oluyor, değil mi? Bir grup veliden şunu duydum: Öğretmenler, ödev verdikten sonra, çok zor, diye söylenen öğrencilerine, "amaaan işte internetten indirirsiniz, olur biter" diye öğütler veriyorlarmış. Sadece çocukları değil, ülkenin araştırma – geliştirme geleneğini de harcamış oluyorlar bence.
Ders yılı sonunda, dersler bittiğinde, eve gelip, ders kitaplarını bir kenara nefretle atıp, "bir daha yüzlerine bakarsam…" şeklinde davranan çok kişi bilirim. Benim bir arkadaşım vardı. Kitap ve defterlerini tek tek yakardı, bir daha yüzlerini görmeyeyim diye.
İş Yerlerinde Adam Harcamak:
İş yerlerinin en büyük sorunlarından birinin, özellikle yöneticilerin, birlikte çalıştıkları arkadaşlarını harcamaları olduğunu ve bunun iş yerlerindeki diğer savurganlıklardan (enerji, malzeme, emek, zaman) daha önemli olduğunu düşünüyorum. Çalışanlarını harcamayan bir iş yerinde çalışanların da bu türden savurganlıklar konusunda, olumlu yönde sorumluluklar alacağını düşünmek, büyük bir hayalcilik olmayacaktır.
İstanbul dışındaki bir iş yerinde kaizen (kalite çemberleri) çalışması yapmıştım. Gruplardan bir tanesi, yaptığı iş geliştirici çalışmalarla, o zamanki değerlerle 1.400.000 YTL düzeyinde bir tasarruf sağlamıştı. Bu grubun, yaptıkları çalışmayı İstanbul’da bir toplantıda sunmaları şeklinde bir gelişme olmuştu. Ulaşım ve konaklama giderlerini Şirket’in karşılaması gerekiyordu. Şirket yönetimi altı kişilik gruptan sadece iki kişiyi göndermeye karar vermişti, amaç, maliyetleri düşürmekti. Grup bunun üzerine toplantıya katılmama kararı aldı. Ne dersiniz, o grup bir daha benzer bir iş geliştirici çalışmaya girer mi? Peki ya diğer işçi arkadaşları, onlar yeni grup kurarlar mı?
Yakından tanıdığım bir arkadaşım var. Çalıştığı iş yerine çok bağlı ve işini çok seven biriydi. İçinde bulunduğu ortamlarda, iş yerinden övgüyle ve gururla bahsederdi. Geniş katılımlı bir toplantıda, yönetime açık bir dille, kurumun geleceğini daha da etkili hale getirmek için, somut örnekler üzerinden giderek, düzeltici öneriler getirmiş. Öneriler somut olduğu için de yönetimin çeşitli durumlarının olumsuz etkilerinden de söz etmiş. Ama çalışanların da kuruma ilişkin olumsuz davranışlarını da örneklemiş. Çok kısa bir sürede bu arkadaşım hakkında, yönetim soruşturma açmış, çalıştığı bölümü, onun fikrini almadan değiştirmişler, ve başka yıldırma yöntemleri de uygulamışlar. Şimdi bu arkadaşım, o kurumdan ayrıldı ve kendi işini yapıyor. Ne dersiniz, yönetim böylece daha etkin bir kurum mu oluşturmuş oluyor?
Bir bankada yaptığım eğitimlerden birinde, bir arkadaş anlatmıştı. Şube, Ankara’nın organize sanayi bölgesinde yer alıyormuş. Arkadaş bu şubede yeni göreve başlayınca, yöneticisine gidip, ben bu bölgede çalışan kişilere bireysel kredi ve kredi kartı pazarlamak istiyorum, şeklinde bir öneri götürmüş. Yöneticisi, senin yeni düşündüğünü biz altı yıl önce denedik, biz senden altı yıl öndeyiz, burada tek kuruş kredi satamazsın, daha aklı başında önerilerle gel, demiş. Anlatan arkadaş, orada çalışmaktan hiç mutlu olmadığını ve ilk fırsatta oradan ayrılacağını söylüyordu. Müdür, gerçekten bu etkiye yol açmak istemiş olabilir mi?
Ülke Çapında “Adam Harcama”lar
Ne yazık ki ülke çapında da adam harcama girişimleri oluyor. Beni en çok üzenlerden biri, Aziz Nesin’in ifadesidir: “Türklerin % 60’ı aptaldır” demiş, daha sonra da bu oranı % 80’e yükseltmişti. Çok talihsiz bir biçimde, bu ifade ne yazık ki neredeyse bir atasözü haline gelmiş durumda. Herhalde bu etkiye yol açacağını öngörseydi, etmezdi. Ama zaten, büyük adam olmak, bu tür etkileri de öngörmek, farkında olmak değil mi?
Yıllar önce Süleyman Demirel, küçük Amerika’yı yaratmak üzere ülkemiz için siyasete soyunmuştu.Ülkemize layık gördüğü kapasite şuydu: Küçük Amerika. Ben küçük Amerika yaratacağım, derdi. Daha sonra da sık sık, büyük Türkiye’den söz ettiğini biliyorum. Yani, olsa olsa küçük bir Amerika olacak kadar büyüyebilirdik. Bu, ülkenin kapasitesinin çok ciddi bir biçimde küçümsenmesi anlamına gelmiyor mu?
Çok benzerini şimdilerde ekonomiden sorumlu devlet bakanımız Ali Babacan ve bir çok köşe yazarı yapıyor. Yabancı sermaye olmadan asla kalkınmanın mümkün olamayacağını söylüyorlar. Bakan’ın ağzından aktarayım, kendisi “bunun olmayacak duaya amin demek olduğunu” belirtiyor. Yabancı sermayeden faydalanmak başka bir şeydir, onsuz hiç bir şey yapamayacağımıza inanmak bambaşka bir şeydir. Bu sonuncusu, bu ülkenin sanayicisini, girişimcisini ve emekçisini bir kalemde harcamak anlamına gelmektedir, diye düşünüyorum. Oysa, örneğin Cumhuriyet’in ilk yıllarında tamamıyla bu ülkenin girişimcileri ve çalışanları ile son derece etkili sonuçlar alındığını biliyoruz. Bunu tekrarlayacak bakış açısını nerde kaybettik biz?
Bir başka can alıcı, ülke çapında adam harcama örneği çok açıktır ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine yakınan vatandaşımıza “ananı da al da git” demesidir. Burada iki nokta önemlidir; öncelikle makam olarak Başbakanlık makamının kendisi için düşünülmesi gereken bir yan gözükmektedir. Başbakanlık makamının, sorunlarla ilgilenme biçiminin bu olmaması gerektiği sanırım açıktır. İkinci nokta da anne gibi çok kutsal bir varlığımızın bir anlık sinirlenmeye feda edilebilmesi durumudur. Yani bir ifadede çok kısaca ele alırsak, iki harcama durumu söz konusu olmaktadır.
Bir başka adam harcama durumu ile ifade edebileceğimiz örnek, bilimin harcanmasıdır. Burada örnek olarak Osmanlı’nın tek bir biçimde değerlendirilmesini sunmak isterim. Bazı kişiler tarafından, Osmanlı’nın her şeyinin “iyi” olduğu ele alınırken, başka durumlarda da Osmanlı’nın her şeyinin “kötü” olduğu öne çıkarılmaktadır. Ne güzel ki son dönemlerde yapılan çalışmalar, artık daha dengeli bir biçimde incelemeler yapmaktadır. Osmanlı, özellikle Kanuni döneminin de dahil olduğu süre içerisinde üzere, son derece önemli bir medeniyet kültürü oluşturmuştur. Laiklik başta olmak üzere, güçlü bir yönetim tarzı ve başka çeşitli açılardan da etkili bir toplumsal proje olarak son derece başarılı uygulamalar olduğunu fark etmek gerekir. Üstelik bu dönem, derhal sona ermemiş, olumlu etkilerini sonrasında da uzun yıllar taşımıştır. Öte yandan, Osmanlı, sadece bu başarılı yanlardan oluşmamaktadır. Özellikle son dönemleri için ve gene özellikle Osmanlı ailesinin içerisindeki güven kaybının yol açtığı dramlar, sağlıklı biçimde incelenirse, her toplumsal projede kaçınılması gereken hataları da içermektedir. Ülkenin yönetim gücü adeta her alanda israfa edilmiştir. Osmanlı’ya tek bir biçimde bakarak, Osmanlı iyi midir kötü müdür tartışmalarını, kendi ideolojik tercihlerimiz içine çekerek, “bilim”i, olaylara bilimsel bakışı ve tabii ki ülkenin genel potansiyelini de harcamış oluyoruz. Burada sadece Osmanlı İmparatorluğu özelinde bir örnek verdim. Başka örnekler vermek de mümkün. Açık ki bilimden uzaklaşmak bir ulusun yapabileceği en temel hatalardan biridir, ülkeyi harcamış oluyoruz.
Adam Harcamanın Nedenleri Ne Olabilir?
Bu konuyu, adam harcama kavramının bireysel ve toplumsal potansiyeli çökerten etkileri bağlamına dikkat çekmek için ele almaya çalıştım. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Davranış bilimlerinin söylediği nokta şudur: Kötüyü vurgulayarak, kötüyü pekiştirmiş oluruz. Bir de iyi olan üzerine konuşmamak gibi bir durum da söz konusu. O zaman da hakkaniyetten uzaklaşmış oluruz.
Tüm bunlarla ilişkili olarak, adam harcamanın nedenlerinin ne olabileceği üzerinde durmamız gerekebilir. Bir çok durumda, yukarıdaki örneklerden de anlayabileceğimiz gibi, bu yaklaşım ve ifadelerin temel nedeni, daha da iyinin yapılmasını sağlamak, daha da olumlu gelişmeler sağlamaya çalışmak. İlginç bir biçimde, yukarıdaki örnekleri ve benzerlerini izlediğimizde, bunları yapan ya da söyleyenlerin temel niyetinin ne olduğunu anlamaya çalıştığımızda, iyiye ve doğruya ulaşmak çabası olduğunu görebiliriz. Ama bir çok örnekte ortaya şu soru çıkmaktadır: Kime göre iyi, kime göre doğru? Örnekleri yakından izlediğimizde, yapanların sadece kendi açılarından iyi ve doğru olana göre hareket ettiklerini görebiliriz. Bu hareketleri yapanlar, “ben şimdi bunu ifade etmek, yapmak istiyorum. Peki, burada benim doğru olarak öne çıkarmak istediğim nedir? Bunu nasıl daha doğru ve karşımdaki için de anlaşılır ve kabul edilebilir biçimde ortaya koyabilirim?” diyebilselerdi, çok daha başarılı etkileşimler gerçekleştirilmiş olabilirdi.
Bu durumda, peki bu yaklaşımı neden sergilemiyorlar? şeklinde bir devam sorusu sorabiliriz. Sanırım cevabı, sadece kendilerine odaklanmış olmalarında yatıyor. Buna, sevgili Doğan Cüceloğlu’nun vurgulamasını kullanarak, “ben bilinci” içerisinde olmaları diyebiliriz: “Ben ve benim durumum önemlidir, olayların diğer kişi ve tarafları beni ilgilendirmez, ben doğruları biliyorum ve doğru tektir. Başka bir doğru olma ihtimali yoktur.” Şeklinde özetleyebileceğim ben bilinci, yukarıdaki örneklerin hepsinde karşımıza çıkmaktadır.
Ben bilinci içerisindeki bir bireyin en çok kaçıracağı iletişim noktası; empati yapmaktan uzaklaşmak olacaktır. Öyle ya, en doğru bensem, doğruların ve iyinin kaynağı bensem, benim bakış açım dışındakiler yanlış, eksik ve geçersizse, o zaman, neden onlara ilişkin olarak empati yapayım ki? Bana geriye tek görev kalmaktadır: Onları adam etmek, onlara doğruları göstermek, onları hizaya sokmak… Benim karşımdaki tarafından nasıl anlaşılacağımın bir önemi yoktur, iletişim sadece ve sadece karşımdakinin beni anlaması için gerekli olan bir araçtır. Ben konuşurum, karşımdakini dinlemem. Karşımdaki ise konuşmamalı, beni dinlemelidir. Onların sözlerini yarıda kesebilirim, çünkü yanlışlar. Ben onlara doğruları ve iyileri göstermeliyim. Doğruları göremezlerse, derhal kızmalı, hadlerini bildirmeliyim…
Bu güçlü ben yaklaşımı, empatik iletişimin önüne geçmekte ve bir çok durumda arzulanan sonucu değil, tam tersini, yani konuşandan uzaklaşmayı yaratmaktadır. Bu da sonuç olarak, dinleyenin değişmesini değil, daha çok kendi içine kapanması sonucunu üretmektedir. Kısacası, diyebiliriz ki “ben bilinci” içerisindeki tutum ve bundan kaynaklanan empati eksikliği “adam harcama”ları kolaylaştırmaktadır.
belgesi-1696
Çeşitli kişilik testleri belli gruptan insanlar arasındaki benzerlikleri vurgular. Yine de, diğerleriyle olan tüm benzerliklerine…
Boşaltım sistemi vücutta homeostazın sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.Böbrekler, üreterler ve mesaneden oluşan boşaltım…
Büyük Atatürk'ün ölümünü takip eden günlerde, o zamanlar yalnız Avrupa'nın değil, dünyanın en güçlü günlük…
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu.…