THALES
Hiçten hiç bir şey meydana gelemez noktasından hareketle, Thales tüm şeylerin birinci gerecinin SU olduğunu ileri sürmüştür. Bütün şeylerin ortak özdeği, dayanağı nedir sorusunu sorarak, Thales BIR sorununu ortaya koymuştur. Düz bir tepsi gibi olan dünyada su üstünde, sonsuz okeanos’da yüzer. Aristoteles der ki: ‘Thales’i bu yargıya götüren olgu gözlemdir. Tüm şeylerin besini nemdir ve ısı nemle yaratılıp nemle diri tutulur. Böylece kendisinden varoldukları öğe; su, şeylerin tek ilkesi olur. Doğadaki her besin, nemli ortamda büyür. Su da nemli şeylerin doğasının kökenidir.’ Thales’e göre, su buharlaşarak hava ve neme, donarak toprağa ve taşa kadar değişir. Bu süreç içerisinde tüm nesneler oluşur. Onun ilk filozof sayılmasının ana nedeni; ayrımdaki birliği kavramasıdır. Birlik düşüncesini ortaya koyması, çokluğun açık türlülüğünü açıklamaya çalışmasıdır. Tüm bunların ışığı altında, felsefe: doğal olarak görgül dünyadaki çokluğu. Bunun varoluş ve doğasını anlamaya çalışmaktadır. Anlamak; filozof için temelde yatan bir birlik ya da ilk ilke bulmak demektir Hiçten hiç bir şey meydana gelemez noktasından hareketle, Thales tüm şeylerin birinci gerecinin SU olduğunu ileri sürmüştür. Bütün şeylerin ortak özdeği, dayanağı nedir sorusunu sorarak, Thales BIR sorununu ortaya koymuştur. Düz bir tepsi gibi olan dünyada su üstünde, sonsuz okeanos’da yüzer. Aristoteles der ki: ‘Thales’i bu yargıya götüren olgu gözlemdir. Tüm şeylerin besini nemdir ve ısı nemle yaratılıp nemle diri tutulur. Böylece kendisinden varoldukları öğe; su, şeylerin tek ilkesi olur. Doğadaki her besin, nemli ortamda büyür. Su da nemli şeylerin doğasının kökenidir.’ Thales’e göre, su buharlaşarak hava ve neme, donarak toprağa ve taşa kadar değişir. Bu süreç içerisinde tüm nesneler oluşur. Onun ilk filozof sayılmasının ana nedeni; ayrımdaki birliği kavramasıdır. Birlik düşüncesini ortaya koyması, çokluğun açık türlülüğünü açıklamaya çalışmasıdır. Tüm bunların ışığı altında, felsefe: doğal olarak görgül dünyadaki çokluğu. Bunun varoluş ve doğasını anlamaya çalışmaktadır. Anlamak; filozof için temelde yatan bir birlik ya da ilk ilke bulmak demektir
SOKRATES
Sofistlere karşı koyanların başında yer alan, ilk çağın büyük düşünürlerinden biri olan Sokrates böyle bir düşünce ortamında, böyle bir aydınlanma tutumu içinde gelişip sivrilmiştir. Sokrates Sofistlere karşı koyar, ama onlarla birleştiği yönleri de vardır. Çünkü Sokrates de Sofistler gibi, gelenek ve göreneklerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır. Bu yönüyle Sokrates de bir aydınlanmacı (aydınlanmanın istediği: hayatımızın normlarını aklın ışığına tutmak, bunları akılla eleştirmek, akılla aydınlatmaktır. Gelenek dönemlerinde ise bunlara, hiç eleştirmeden oldukları gibi inanılır.) Bu bakımdan Sokrates Sofistlerle birleşir. Ancak bundan sonra onlardan temelli olarak ayrılır. Sofistler relativist idiler; onlara göre tümel olarak geçerliği olan, yani herkesin benimseyebileceği ne bir doğru ne de bir ölçü vardır: ‘insan, her şeyin ölçüsüdür’ ( Protagaros). Sokrates ise , tam tersine, üzerinde durulup düşünülürse, tümel bir doğru’ nun bulunabileceğine inanır. Sokrates sanının karşısına bilgiyi koyar. Ancak bilgi hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen bildiriliverilecek bir şey değildir, tersine: birlikte çalışılarak uğraşılacak bir amaçtır. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma yöntemi olan dialog (konuşma) bu inanca dayanır. Konuşma’ da düşünceler ortaya konur, bunlar karşılıklı olarak eleştirilir, böylece de herkesin kabul edeceği şeye varılmak istenir. Sofistler düşünceleri meydana getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Sokrates ise, doğru’ yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğruyu araştırır. Bu araştırmasında Sokrates kendisini desteklemeleri için yurttaşlarını durup dinlenmeden yardıma çağırmıştır; onlara, hayatımıza temel olacak ve bizi birleştirecek ölçüleri birlikte arayalım demek istemiştir. Onun bütün uğraştığı bu ‘ben bir şey bilmiyorum’ yada ‘bir şey bilmediğimi biliyorum’ derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye anlamamalıdır. Dialogun dış şeması şöyledir: konuşmaya başlarken Sokrates, hep kendisinin bir şey bilmediğini söyler. Karşısındaki de, tersini , hep bilgisine pek güvenmektedir, ama ileri sürdükleri de hep pek derme çatma şeylerdir. Işte Sokrates’ in ünlü ironisi bu karşıtlık içinde belirir. Bundan sonra da Sokrates, konuştuğu kimsede doğru’ yu meydana çıkartmaya girişir; onun deyişiyle: ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri ‘doğurtmaya’ uğraşır. Bu sanatına da, annesinin ebeliğine bir anıştırma olarak, maieutike (doğum yardımcılığı,ebelik) adını veriyor. Bu tekniğin temelinde, disiplinli, sıkı bir düşünme ile ‘doğru’ nun bulunabileceğine bir inanma gizlidir: ruhta saklı doğrular var; bunlar herkes için ortak olan doğrulardır; bunlar, sorup soruşturma ile, üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilir. Dialoğun dış şeması, araştırma yöntemine objektif bakımından da uygundur. Sokrates’ e göre, bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar değil kavramdır. Onun için kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi olan tanım’ a varmaya çalışır. Sofistler de sözcüklerin anlamını sınırlayıp göstermeyi denemişlerdir. Ama onlar tanımla daha çok söz sanatı bakımından ilgilenmişlerdir. Sokrates ise elde etmek istediği kavramla nesnenin özünü kavrayabileceğini umar. Bundan dolayı konuyu hep tümel olarak belirler. Bilimsel bir yöntem ilkesi olarak tekilin tümele bağlı olduğu anlayışını geliştirmiştir (Tümevarım).
SOKRATESÇI OKULLAR
Sokrates’in ölümünden sonra öğrencileri bir araya gelerek öğretisini sürdürmeye devam ettiler. Zaman içerisinde aralarındaki ayrılıklar onları farklı okullar kurmaya götürdü ve böylelikle Sokratesci okullar doğdu. Sokratesci okullar dört tanedir: Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Kynikler Okulu ve Kyrene Okulu. Bu okullardan ilk ikisi felsefi bakımdan pek bir önem taşımadıklarından, biz diğer ikisini irdeleyeceğiz.
KYNIKLER
Kynikler Okulunun kurucusu Atinalı Antisthenes’tir. Kyon Yunanca’da köpek demektir, Kynik köpek gibi olan. Bunlar hiç bir töreye, hiç bir nezaket kuralına saygı göstermedikleri, pek partal, yoksul bir hayat sürdüklerinden, bütün uygarlık değerlerine saldırıp bunları hor gördüklerinden kendilerine kynik adı verilmiştir ve kendileri zaman içerisinde bu adı kabullenmişlerdir. Kynikler için yaşamanın doğru sayılabilecek biricik anlam ve ereği erdemdir. Erdem deyince de onlar, insanın içten tam bir bağımsızlığını, kendini belirlemede mutlak olarak özgür olmasını, kısaca: her türlü gereksemeye bağlılıktan insanın kendini kurtarmasını anlarlar. Yaşamanın ereği mutluluktur. Mutluluğa da, ancak, boş kuruntulardan kurtulunca elde edilen neşeli bir ruh dinginliğinde, ruhun özgür oluşunda erişilebilir. Erdem budur, bu özgürlüktür, insanın içinden bağımsız olmasıdır. Antisthenes ‘devlet bireyi korumak bakımından yararlıdır’ diyor ama kendisinin devletle bir ilgisi olmasını istemiyor. Kynikler aşırı bireycidirler. Dinle de ilgileri yoktur. Antisthenes’e göre tek bir tanrı vardır, ona da ancak erdemli bir hayat yaşamakla saygı gösterilir. Sinoplu Diogenes’de kyniklerdendir. Yaşamı ile tam bir örnek oluşturmuştur. Kendisine bir ihtiyacı olup olmadığını sorun Iskender’e ‘gölge etme başka ihsan istemez’ diye karşılık vererek bu dünyadan hiç bir şey istemediğini dile getirir.
KYRENELILER
Kurucusu Kyreneli Aristippos’tur. Aristippos ahlak ile doğrudan doğruya ilgili olmayan her uğraşmayı reddeder, yalnız doğru yaşama sorunu üzerinde durur. Iyi hazdır; iyi ile haz aynı şeylerdir. Hazzın nereden geldiği önemli değildir. Önemli olan bir anlık olmasıdır. Hatta maddi hazlar bir anlık oldukları için, sürekli olabilen manevi hazlardan daha iyidirler. Ancak bu hazzı elde etmek için bilgi gereklidir. Bunun için bilgi değerlidir. Kynikler için bilge hayata yüz çevirmiş kişi idi, oysa Aristippos ve onun izinden gidenler için bilge hayattan zevk almasını bilen kişidir. Böyle bir kimse, her şeyin en iyi yönünden yararlanmayı bilir, bu arada kendini zevk içinde hiç bir zaman yitirmez, tutkularına hep hakim olmasını bilir, olmayacak şeyler istemez. Kyrene okulundan Theodoros benim yurdum bütün dünya dermiş ve bilgeyi yurtseverlik duygusunun üzerinde görürmüş. Dine de aldırış etmezler, dinin boş inançlarından kurtulmak bilge için bir ödevdir derler.
Platon
Yunan felsefesinin ilk döneminde başlıca doğa sorunları ile uğraşılmıştır. Ikinci dönemde her şeyden önce insan sorunu ele alınmıştır. Üçüncü dönemde ilk iki dönemden elde edilen bilgilerin sentezine gidilmiştir. Bu dönemin ve ilk çağın en büyük iki düşünürü Platon ve Aristoteles’tir. Bilgilerin kapsayıcı bir felsefe öğretisi içinde sistematikleştirilmesi Platon ile başlamış ve Aristoteles ile en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Platon, Sofistlerin dünya görüşüne karşılık tam bir Sokratesci olarak ‘iyi kavramı’ ile çıkar. ‘Iyi’ ye dayanan bilgi yolu ile iyiyi gerçekleştirmiş olan doğru yaşayışa kesin olarak bağlanması Platon’u yeni bir sorun karşısında bırakmıştır ki, bu da idea öğretisine yol açmıştır. ‘Doğrunun araştırılabilmesi, böyle bir olanağın bulunması’ sorununu, ruhun ölümsüzlüğü ile çözer Platon. Ruh ölümsüzdür, bir çok defa yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzü ve Hedes’de her şeyi görmüştür. Ruh doğada, yeryüzünde gördükleri ile bir anımsama sürecine girer. Ruhta doğru tasavvurlar önce bilinçsiz bir halde bulunur, rüya gibi kımıldanır. Uygun sorularla ve araştırmalarla sonunda aydınlak bir bilgi haline gelir. Bu anlayış ile Platon felsefesinin iki ana görüşünü belirtmiş olur.
Metafiziksel Ikilem
Idealar Dünyası Göreceli Dünya
Kalıp (önceden düşünülmüş) Gölge tasarım
Platon’a göre yaşadığımız evren gerçek bir evren değil, bir hayal evrenidir. Kendini duyularımıza sergileyen göreceli dünya, idealar dünyasının tasarımıdır. Duyular dünyasının gerçeklik derecesi, idealar dünyasındakinden daha azdır, biri asıl, öteki de bunun kopyasıdır.
Degişmez değişir, yok olur
Duyulur dünya, idealar dünyasına alt güdümlüdür (belli bir ereğe göre yürütülen) ya da onun altındadır. Dahası, göreceli dünya, idealar dünyasına karşılık düşmek için sürekli bir çaba içindedir. Idealar dünyası Parmenides’in sürekli varlığı gibi her zaman varlık durumunda iken, göreceli dünya Herakleitos’un akışı gibi sürekli oluş durumundadır. Yine de tamamlanmışlık, süreklilik, eksiksizlik durumuna hiç bir zaman erişmez. Duyussal dünya idealar dünyasının yalnızca bir gölgesidir.
Platon’a göre gerçek olan güzel kadın değil, güzelliktir. Güzellik ya da güzel kavramı her türlü güzel olan nesneden çok daha gerçektir. Idea saltıktır, oysa o idea ile ilgili nesnede, o ideadan alınmış sadece küçük bir parça vardır.
Duyular dünyası uzay zaman sınırlamaları altında dururken (uzay ve zamanda kapalı ya da tutsakken) idealar dünyası ise uzay ve zamanı aşar, uzaysal ya da zamansal sınırlamalardan özgürdür. Zamanın kendisi maddi dünyanın yaratılışıyla başladı ama tüm yaratılmış şeylerin en güzeli bengidir.
Varolan’ın tanımına, dayanarak (var olmak için kendisinden başka bir şeye gereksinimi olmayan), idealar dünyasının varolan, duyular dünyasının varolmayan olduğunu söyleyebiliriz. Idealar dünyası vardır. Duyular dünyası yoktur.
Platon’a göre mutlak değişmez olan şey fiziksel bir ham madde değildir. Mutlak ve değişmez olan şey tüm şeylerin ona benzeyerek oluşturduğu bir takım tinsel ya da soyut örnek resimlerdir. Duyularla algılanan cisimlerin karşısında cisimsel olmayan idealar vardır.
Idealar bize dışarıdan gelmezler. Dışarıdaki maddesel bölgeler bizlere onları hatırlatarak, onları uyandırırlar. Bu yüzdendir ki bilgilerimizi duyularımız yoluyla maddelerden aldığımızı sanmaktayız. Bu bir kuruntudur. Gerçekte maddeler evrensel usdaki örneklerine göre biçimlenmişler, sonra da bize görünerek anlıklarımızda uyuyan assıllarını uyandırmışlardır. Niçin ? Çünkü gerçek olan süreklidir, kalıcıdır. Sürekli ve kalıcı olan maddeler değil düşüncelerdir. Göreceli dünya, duyular tarafından algılanan, dokunulabilir bir dünya iken, idealar dünyası us yolu ile kavranan, dokunulmaz bir dünyadır.
Platon, etrafımızda gördüğümüz, dokunduğumuz her şeyin kalıcı olmadığını düşünür. Duyularımız ile algıladığımız ve sürekli değişen şeyler hakkında kesin bir bilgiye sahip olamayız. Aklımız ile kavradığımız şeyler hakkında bir bilgiye ulaşabiliriz. Soyut düşüncelerimizin karşılıkları olan, süreklilikleri bakımından, gerçek saydığımız varlıklardan çok daha gerçek bulunan bu idealar gittikçe genelleşerek en tepeye, sonuncu ideaya kadar çıkar. En yüksek idea iyinin ideasıdır. Iyinin ideası Tanrıdır. Tanrı en yüksek iyiliktir. Erdem Tanrıya benzemektir. Kötülükler iyiliklerin zorunlu karşılığı olduklarından yok edilemezler. Åzu halde insan bu kötülük ocağından kaçmaya, Tanrıya yaklaşmaya çalışmalıdır.
Platon idea terimini bir nesnenin sınıf adını ya da türünü belirtmek için kullandı. Ama daha sonra anlamlandırmasını, nesnenin kalıcı özü, en son gerçekliğini, ilksel varoluşunu, kendisine evrendeki her tikel nesneye karşılık düştüğü bir ilk örneği, arkhe tipini simgelemek üzere değiştirdi. Nesne yalnızca bu özün bir belirtisi ya da ideaya benzemeye çalışandır.
Hangi kavramlar idea sayılacaktır ?
Platon idea öğretisinde her şey için bir idea kabul eder. Düşünülenler, nesneler, orantılar, doğal ve yapma şeyler için, iyi için olduğu gibi kötü içinde, güzel – çirkin ve yüksek – alçak için de idealar vardır.
Åzeylerin idealarla bağlantısı nasıl olacaktır ?
Duyular dünyadaki nesneler nasıl oluyorda duyulur üstü bir dünya ile, buradaki idea denilen gerçek varlıkla bir bağlantı kurabilir ? Platon öğretisini anlatırken bu soruya açık bir yanıt vermemiştir. Çünkü ideaların nesnelere önceliği, zamansal bir öncellik değil, mantıksal bir öncelliktir…
Aristoteles
Aristoteles’in temel eserleri, mantık ve bilgi kuramı üzerine altı incelemeden oluşan Organon, doğa felsefesini açıkladığı Gökler Üzerine, Fizik ve Varlığa Geliş ve Yokoluş Üzerinedir. Psikoloji konusundaki iki temel eseri, Hayvana Dairle, Parva Naturalia olan Aristoteles’in varlık konusundaki ünlü eseri Metafiziktir. Siyaset felsefesi alanında Politikayı, estetik alanında, Poetikave Retoriki yazmış olan filozofun, ahlak alanındaki temel kitabı Nikomakhos’a Ahlaktır.
Temel Ilkeleri: Aristoteles’in bir filozof olarak en önemli özelligi, onun sağduyuya olabildiğince yakın bir düşünür olmasıdır. Hem Platon’un Idealarına ve hem de Demokritos’un maddi atom görüşüne karşi çikan Aristoteles, hem ahlaki değerleri teminat altına alacak bir teori ve hem de bilimsel doğruları ortaya koyacak bir kuram, bilime ve ahlaka hakkını verebilmek için,atomlar veya Idealar benzeri gözle görülemez varlıkların varoluşunu öne sürmeyecek bir teori arayışı içinde olmuştur. Onun bulduğu çözüm töz ögretisidir. Buna göre, tözler tüm özellikler için dayanak olan nihai gerçeklik ve öznelerdir. Söz konusu nihai gerçeklikler somut şeylerdir ve somut şeyler için de Aristoteles’in gözde örnekleri biyolojik bireylerdir. Tözler nihai gerçekliklerdir, zira tözler varolmadığı takdirde, başka hiçbir şey, tözün özellikleri olarak tümeller de varolmayacaktır. Bu varlık ögretisiyle Aristoteles, Platon’un Idealarının, onun yanlışlıkla bireyler olarak gördüğü tümeller olduğunu öne sürer. Tümeller gerçekten de vardırlar, fakat onlar varoluşları için tikel nesnelere, bireysel şeylere bağlıdırlar. Gerçekten varolanlar tümeller değil de, ağaçlar ve kediler benzeri, dış dünyada karşilaştığımız nesnelerdir. Mantık: Aristoteles, mantık alanında, mantık çalismalarina ondokuzuncu yüzyıla kadar temel olmuş bir mantık sistemi kurmuştur. Mantığı her türden bilgi edinme süreci için bir araç olarak gören Aristoteles’in mantığının en önemli yönü, ‘belli şeyler kabul edildiğinde, başka şeylerin onlardan zorunlulukla çiktigi’ bir konuşma olarak tanımlanan tasımdır. Aristoteles, bir önermedeki öznenin, yüklemine on farklı şekilde bağlandığını gösteren on kategoriden söz eder. Onun mantığı yalnızca insan zihnindeki düşünce faaliyetlerini betimlemekle ve dile ilişkin gramatikal bir analiz sağlamakla yetinmeyip, aktüel şeyler arasındaki ilişkilerle ilgili bir kuramı ifade eder. Bilgi: Aristoteles’e göre, bilgi tümel olanın, formun bilgisidir, bu nedenle yargıda dile getirilebilir olan bir bilgi, formlar arasındaki özsel bağlantılara ilişkin bir kavrayıştan meydana gelir. Aristoteles’in gözünde bir şey hakkında doğru bir bilgiye sahip olmak, o şeyi türler ve cinsler hiyerarşisi içinde bir yere, bir tür ve cins içine yerleştirebilmek ve dolayısıyla neyin onun için özsel olduğunu bilebilmektir; bu ise, özsel tanım yoluyla olur. Aristoteles’e göre, bir şeyin özünü vermek, o şeyin nedenine ilişkin bir açıklama ortaya koymaktır. Bundan dolayı, Aristoteles bir şeyin nedenini ortaya koyabildiğimiz zaman, ilk elden, gerçek bilgimiz olduğunu söyler. Bir şeyin nedenini vermek ise, o şeyin özünün ilk ilkelerden başlayarak tanıtlanmasını içerir; bilimin işlevi budur. Metafizik: Onda metafizik, var olanı var olmak bakımından ele alan, var olan bir şey olmanın ne anlama geldiğini araştıran bilimdir. Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalismalarina dayanır. Buna göre, mantıksal bakış açısından, ‘var olmak’ onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır. Buna karşin biyoloji alanındaki çalismalari açısından, ‘var olmak’ dinamik bir süreç, bir değişme süreci içinde olmak anlamına gelir. Åzu halde, ‘var olmak’ Aristoteles için, bir şey olmak anlamına gelir. Bundan dolayı, ona göre gerçekten var olan, Platon’da olduğu gibi tümeller değil de, bireylerdir, ‘şu’ diye gösterdiğimiz belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır. Onlar, Aristoteles’in mantıkla ilgili eserlerinde sözünü ettiği nicelik, nitelik, ilişki, yer gibi kategorilerin, temel nitelik ya da yüklemlerin kendilerine yüklenebildiği öznelerdir. Işte Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendiği bu özneye ‘töz’ adını verir. Onda var olmak belirli türden bir töz olmaktır. Töz, aynı zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çikan bireysel varlık olarak da tanımlanır. Bu bakımdan ele alındığında, metafizik varlığı, yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, yani tözleri varlığa getiren süreçleri konu alıp araştıran, tüm varlıkların temelindeki temel bilimdir. Aristoteles’te töz bir madde ve bir formdan meydana gelir. O her ne kadar maddeyle formu birbirinden ayırsa bile, doğada bizim hiçbir zaman maddeden yoksun bir formla da, formdan yoksun bir maddeyle de karşilaşmadığımızı belirtmeye özen gösterir. Varolan herşey somut bir birey olarak varolur ve herşey maddeyle formun bir birliği olarak ortaya çikar. Åzu halde, töz form ve maddeden meydana gelen bileşik bir varlıktır. Bundan dolayı, Aristoteles’te, ayrı formlardan, duyusal dünyanın dışında olan bir Idealar dünyasından söz etmek olanaklı değildir. Form, ayrı bir yerde değil de, bu duyusal dünyada ve tözün bileşenlerinden biri olarak varolur. Madde ve form ayrımı, Aristoteles’e göre, doğada varolan herşeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır. Aristoteles’te bileşik tözleri meydana getiren madde ve formdan yalnızca form şeylerdeki bilinebilir ögeye karşilık gelir. Maddenin, şeylerin insan zihni tarafından ayırd edilemeyen, yapıdan ve belirlemeden yoksun, bilinemez bileşeni olduğu yerde, form insan zihni tarafından bilinebilen, yani tasvir edilebilen, tanımlanabilen, sınıflanabilen ve başkalarına aktarılabilen yöndür. Insan zihni, Aristoteles’e göre, duyualgısında şeylerin duyusal formunu, buna karşin kavramsal bilgide de akılla anlaşilabilir olan formunu alır.
Descartes
René Descartes çağdaş felsefenin babası sayılan Fransız matematikçi, bilim adamı ve filozof. Skolastik felsefenin temel felsefi varsayımlarına son vermiş ve günümüze değin sürekli yeniden ele alınan bazı temel felsefe sorunlarını ortaya atmıştır.
Descartes analitik geometrinin de kurucusu sayılır. Yaşamı: Fransa’nın Touraine bölgesinde La Haye kentinde, mesleğinden dolayı soylu sayılan hukukçu bir babanın dördüncü çocuğuydu. Annesi, Rene’nin, doğumundan bir sene sonra öldü. Küçük Rene, Rennes’de meclis üyesi olan babasını da çok az görebildi. Doğuştan çok narin yapılı olduğu için, özel bir bakıcının gözetiminde büyüdü. Bu koşullarda yalnızlığa, içe dönük ve aşırı duyarlı bir çocukluk geçirdiği düşünülür.
Olağanüstü zihinsel yeteneği çok küçük yaşta ortaya çıkan Rene, sekiz yaşına kadar özel öğretmenlerce yetiştirildi. Babası Joachim Descartes, kendi mesleğini sürdürmesini istediği oğlunu 1604’te o yılın yeni açılan ve bir Cizvit kuruluşu olan La Fleche Kraliyet Yüksekokulu’na gönderdi.
Bu okul, sonraki yıllarda Avrupa’nın en iyi eğitim kurumlarından biri durumuna gelecekti. Descartes burada geçirdiği on yıl boyunca, özellikle üstün bir bilgin olan Peder Charlet’nin gözetiminde Yunan ve Roma klasikleri, Fransızca, müzik, tiyatro, binicilik ve eskrim dersleri aldı.
Felsefe alanında, daha çok Aristoteles’e dayalı Skolastik felsefenin sınırları içinde o dönemde edinilebilecek en iyi eğitimi gördü. Descartes, sonraki yıllarda bu eğitimini çok övmüş, hem de bu eğitimin sonuçlarının zihnini bulandırdığını belirterek La Fleche’te yüklendiği bilgi ağırlığını omuzlarından atmaya çalıştığını söylemiştir. Sonradan geliştirdiği yöntemli şüphenin, bu yükten kurtulma çabasından kaynaklandığı düşünülür. Descartes, La Fleche’i bitirdikten iki yıl sonra 1616’da Poitiers Üniversitesi’nden hukuk diplomasını aldı. Ama babasının isteğinin tersine, aile geleneğinden koparak yazarlığı ve felsefeyi seçti. Genç yaşta verdiği bu kararın amacı, “dünya kitabını incelemek” ve “ kendi benliğini araştırmak” ti. Gördüğü eğitim sonucunda kendisini “bilge değil, cahil bir kişi” sayıyor, dolayısıyla “doğruyu yanlıştan ayırma” tutkusuna kulak veriyordu. 1618’de Felemenk’e giderek Ispanya ile savaşan Orange prensinin ordusuna gönüllü subay olarak katıldı. Bunu, Otuz Yıl Savaşları boyunca başka bir çok orduda üstlendiği askeri görevler izledi. Ama genç düşünür hiçbir çarpışmaya fiilen katılmadı: kamp yaşamı onun için gerçekte bir derin düşünme ortamıydı. Özellikle küçük yaştan beri yetenekli olduğu matematik, savaş yıllarındaki en önemli uğraşı durumuna geldi. Bavyera ordusun Ulm yakınlarındaki karargahındayken, 10 Kasım 1619 gecesi gördüğü bir düşün de etkisiyle “yepyeni ve göz kamaştırıcı bir bilimin temellerini keşfettiğini” söylüyordu. Bütün insan bilgisini sağlam bir yapı içinde birleştireceğini düşündüğü bu yepyeni bilim.
Descartes için aynı zamanda her şeyi kuşatan bir bilgeliğin de yol göstericisi oldu. Bundan sonra bir yandan gezginci yaşamını sürdürürken, bir yandan da çalışmalarını derinleştirdi. 1621-28 arasında Macaristan, Almanya, Fransa, Italya gezilerinden sonra Felemenk’e yerleşti. 1649’a değin kısa aralıklarla hep Felemenk’te yaşadı. Felemenk dönemi filozofun yıllardır geliştirdiği düşünceleri kağıda dökmesine olanak verdi. Yapıtlarıyla bütün Avrupa’da ün kazandı: ama yaygın ve yerleşik görüşlere karşı çıkışı Descartes’a dinsiz damgasının vurulmasına yol açtı. Ölümünden sonra da onu izleyen düşünürler uzun yıllar “Kartezyen” ile eşanlamlı sayılan “dinsiz” damgasını taşıdılar. Cizvitler, Descartes’ın kitaplarını Index Librorum Prohibitorum’a (Yasak Kitaplar Listesi) almaktan geri kalmadılar. Eylül 1649’da Isveç kraliçesi Kristina’nın özel öğretmeni olarak Stockholm’a giden Descartes sert kuzey iklimine dayanamadı ve 1 Åzubat 1650’de soğuk algınlığından öldü.
Yapıtları ve felsefesi: Descartes 1629-1630’da kaleme aldığı ama yayımlanmasını düşünmediği için yarım bıraktığı Regalue addirectionem ingenii (Aklın Idaresi Hakkında Kurallar) adlı denemesinde yöntem üzerine ilk görüşlerini geliştirdi. Burada Skolastik felsefenin, bilginin bilinen nesnenin yapısına göre farklı türlere ayrıldığı görüşünü yadsıyordu. Insanın bilme yetisinin , neyi bilirse bilsin hep aynı kaldığına göre, tek bir temel yapısı olmalıydı. Bilgide önemli olan başkalarının kanıları değil, açık (clara) ve seçik (distincta) biçimde kavradığımız ya da kesinlik taşıyan sonuçlardı. Bilgide yöntemden vazgeçilmezdi.
Bilgi yönteminin birçok ilke ve kuralını ortaya koyan Regulae’deki temel düşünceler, düşünürün en ünlü yapıtı Discours de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les sciences’da (1637; Usul Üzerine Nutuk, 1928 / Aklını Iyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Bulmak Için Metot Üzerine Konuşma, 1944, 1984) olgunlaştı. Bu başyapıt ilk kez Fransızca ve yazar adı verilmeden basılmıştı; yedi yıl sonra Latince çevirisi ve yazarının adıyla yeniden yayımlandı.
Descartes’in Geometrie (Geometri), Dioptrique (Işık Kırılması) ve Meteores (Göktaşları) adlı yapıtları da Discours’un eklerini oluşturuyordu. Descartes 1641 ve 1642’de iki Latince basımı, 1647’de de Fransızca çevirisi yayımlanan Meditationes de prima philosophia’da (Ilk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler, 1942, 1967) Discours’un dördüncü bölümünde yer alan metafizik kuramını daha da inceltilmiş biçimde sundu. 1644’te yayımlanan Principia philosophiae ise (Felsefenin Ilkleri, 1943, 1983), bütün doğa olaylarını mekanik ilkelere dayalı tek bir sistem içinde açıklamayı amaçlıyordu. 1645’te yazmaya başladığı ve 1649’da yayımladığı Las Passions de l’Amme’da (Ruhun Ihtirasları, 1972) etik görüşlerini özetlemeye çalıştı. Bu amaçla beden-ruh ikiliğine ve etkileşimine ilişkin kuralını sergiledi. Descartes’ın metafiziğinin temelini oluşturan “yöntemli şüphe” nin amacı, tüm dengelime dayalı matematiksel yapılar gibi, bilginin temellendirilebileceği apaçık önermelere ulaşmaktı.
Bu önermeler, hiç şüphe edilemeyecek ölçüde açık ve seçik olmalıydı. Açık ve seçik doğrulara erişebilmek için , zihne şüphe edilemeyecek ölçüde doğru gözükmeyen hiçbir şeyi doğru saymama ilkesinden yola çıkılmalıydı. Bu yöntemin amacı yasalara ya da devlete karşı çıkmak değildi; Descartes’ın tek kaygısı “kendi zihnini yenileyebilmekti”. Ama düşünür “evini altüst etmeden önce geçici bir barınak ta sağlamalıydı” ve bunun için kendisine dört “ geçici ahlak” ilkesi belirlemişti.
1) Yasalara ve göreneklere uymak, Tanrı’nın lütfuyla ona daha çocuklukta öğretilen dine bağlı kalmak, hep en ılımlı görüşlerin peşinden gitmek;
2) Davranışlarında kararlı olmak;
3) Talihi değil, her zaman kendini yenmeye, dünyanın düzenini değil, kendi arzularını değiştirmeye çalışmak;
4) Ufkunu ve bilgisini sürekli geliştirmek.
Yöntemli şüphe, ister duyu verilerine, ister usavurmaya dayansın, bütün kanı ve düşüncelerden şüphe edilebileceğini gösteriyordu. Ama yöntemli şüphe sonuna kadar götürüldüğünde, başlı başına bu şüphenin, kendi kendisinin varlığına tanıklık eden, şüphe edilemez bir olgu olduğu ortaya çıkıyordu. Åzüphe eden kişi, şüphe ettiğinden şüphelenemezdi; şüphe etmek ise düşünmek, düşünmek de var olmak demekti. Descartes böylece ünlü önermesine ulaşıyordu: Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım.)
Bütün felsefenin ve bütün bilgilerin oturtulabileceği sarsılmaz temel, ilk apaçık buydu. Insan, bedeninin varlığından da şüphe edebilirdi, ama bu durumda bile var olduğundan şüphe edemezdi; çünkü başka nesnelerin varlığından kuşku ederken de düşünüyordu ve düşünmek için var olmak gerekirdi. Öyleyse düşünen varlık, benlik ya da ruh, bedenden bütünüyle ayrıydı ve onsuz da var olabilirdi; ruh, bütün yapısı ve özü düşünme olan bir tözdü. Descartes’in ruh-beden ikiliği kuralı, yöntemli şüphenin izlediği yolun kaçınılmaz, mantıksal sonucuydu.
Descartes, ulaştığı ilk apaçık doğrunun oluşturduğu temel üzerinde öteki doğruları yeniden oturtmaya girişirken, insan zihnindeki kavramları doğuştan gelenler (ideae innatae), duyular aracılığıyla dışardan gelenler (ideae adventitiae) ve “benim yapmış olduğum idea’lar” (idea a me ipso factae) biçiminde üçe ayırıyordu. Matematiğin kavramları gibi birinci tür kavramlar her zaman açık ve seçikti;öteki iki türe girenler ise her zaman bulanıktı. Tanrı, yani yetkin, kusursuz varlık kavramı, birinci tür kavramlar arasındaydı. Çünkü şüphe etmek, kusursuz olmamak ve kusursuz olmadığını bilmek demekti; dolayısıyla kusursuz, yetkin varlık kavramı ne insan zihninin ürünü olabilir ne de duyulardan kaynaklanabilirdi: bu kavram ancak yetkin, insan zihninden üstün bir varlık tarafından zihne yerleştirilmiş olabilirdi. Bu, Descartes’e göre Tanrı’nın varlığının ilk kanıtıydı. Descartes’in gene yetkinlik ve sonsuzluk kavramlarına başvurarak öne sürdüğü öteki iki kanıt da şunlardı:
1) Düşünce bir yetkinlik kavramı taşıdığına göre, varlığı daha yetkin bir varlıktan değil de kendisinden kaynaklansaydı, kendisi yetkin bir varlık, yani Tanrı olmalıydı.
2) Mutlak yetkinlik kavramı, var olmayı bir öznitelik olarak içerirdi, çünkü var olmak da bir yetkinlikti. Var olma özniteliğini taşımayan bir yetkinlik düşünülemezdi. Dolayısıyla insan düşüncesinin kusursuz, yetkin varlık kavramını taşıması, o varlığın gerçekten var olduğunun yeterli kanıtıydı. Bu son kanıt, gerçekte 11. Yüzyılda Anselmus’un ortaya attığı ontolojik kanıta dayanıyordu. Descartes, Tanrı’nın varlığını kanıtladıktan sonra, buna dayanarak artık dış dünyanın varlığını da kanıtlayabilirdi. Zihnin, maddi dünyanın varlığı yönünde taşıdığı içgüdüsel inanç bir yanılsama, bir düş olamazdı;çünkü insanın varlığını borçlu olduğu yetkin varlığın, yani Tanrı’nın, insanı yanıltmak gibi bir kusur taşıması düşünülemezdi. Gerçekte her doğru, her kesinlik, Tanrı’nın varlığına bağlıydı: “açık ve seçik kavradığımız her şeyin doğru olduğu kuralının tek güvencesi, Tanrı’nın var olması, yetkin varlık olması ve insanda olan her şeyin Tanrı’dan kaynaklanmasıydı”. Böylece insan bedeninin varlığı da kanıtlanmış oluyordu. Descartes’in apaçık doğruluk temeline dayandırdığı üç gerçeklikten Tanrı sonsuz ve yetkin özdü; buna karşılık ruh res cogitans (düşünen varlık), madde ise res extensa’ydı (yer kaplayan).
Gerçekte, sözcüğün tam anlamıyla yalnızca Tanrı tözdü (var olması başka hiçbir şeye bağlı olmayan varlık);buna karşılık evreni oluşturan iki töz, ruh ve madde, Descartes’a göre “göreli ve “sonlu” (var olmak için yalnız Tanrı’ya muhtaç olan) tözlerdi. Bunlardan maddi dünya, nesnel olarak, uzam ve harekete indirgenebilirdi. Dolayısıyla dünyayı açıklamak, matematiğin ve mekanik biliminin konusuydu: Ommia mathematice fiunt (Her şey matematiğe göre işler)
Descartes’a göre düşünce taşımayan hayvanlar da tam anlamıyla birer makine, içgüdüsel tepkilere bağımlı birer otomattı. Buna karşılık insan ruhu, evrenin mekanik işleyişinin bütünüyle dışındaydı. Maddeden temelden ayrı olan insan ruhu, Tanrı’nın özel bir edimiyle yaratılmış olmalıydı. Sonuç olarak beden ve ruh birbirinin tam anlamıyla karşıtıydı; ama gene de aralarında bir etkileşim vardı. Descartes’a göre bu etkileşim beyindeki epifiz bezinde gerçekleşiyordu; ruh, buradaki diri ruhlar (esprits animaux) aracılığıyla bütün beden üzerinde etkide bulunuyordu. Insan ruhundaki tutkuları doğuran, diri ruhların bedendeki hareketiydi. Ama ruh kendi özgür iradesiyle bu hareketlerin yönünü değiştirebilecek güçteydi; bu nedenle tutkularının ve eylemlerinin efendisiydi, dolayısıyla da ahlaki sorumluluk taşıyordu. Yöntemli şüphenin başlangıcında bir “geçici ahlak” öngören Descartes’a göre, insan davranışının dayanacağı asıl ahlak kuralları, bilginin sağlam temellere dayalı ilerleyişi içinde ortaya çıkmalıydı. Bu yaklaşım, ahlak kurallarını vahye dayandıran Hıristiyan düşüncesinden belirgin bir kopuş anlamına geliyor, yeniçağ boyunca ahlaka dayandırma yönünde gelişen düşüncenin de temellerini atıyordu
. Descartes’ın Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasını yetkin ve sonsuz varlık kavramına dayandırması da ilk bakışta Tanrı’nın varlığını bu kavrama bağımlı kılar gibiydi. Ama düşünüre göre bu yorum doğru değildi. “Tanrı vardır, çünkü zihnim onu tasarlıyor” demek yanlış olurdu; tersine “ zihnim Tanrı’yı tasarlıyor, çünkü Tanrı vardır” demek gerekirdi. Tanrı inancının gerçek temeli, insan zihninin tasavvuru değil, sonsuzluk ve yetkinlik kavramıyla kendisini doğuştan insana kabul ettiren Tanrı’ydı. Bununla birlikte Anselmus gibi Descartes’ın da Tanrı’nın varlığını us yoluyla kanıtlama çabası gene vahye dayalı Hıristiyan düşünce kalıplarından uzaklaşmanın bir belirtisiydi. Descartes’ın Tanrı’nın varlığını insanın zihinsel bir işleminden çıkarmasıyla bir anlamda dinlerin Tanrı kavramı tersine çevriliyordu. Bu bakış açısı sonraki dönemlerde dinsel dünya görüşünün terk edilmesinin önemli öğelerinden birini oluşturdu.
Descartes geometri ile analitik geometrinin temellerini attı. Matematiği, felsefe araştırmaları için bir model olarak da değerlendiren Descartes, bir yandan Eski Yunan’da gelişmiş geometri yöntemlerini, öbür yandan da kendi çağının cebir bilgisini derinlemesine inceledi. Matematiğin bu iki dalına da kendi amaçları açısından yetersiz ve soyut buluyordu. Geometrinin, biçimlerle uğraşırken, kavrayışı geliştirecek yolları ihmal ettiğini, cebrin ise kimi kuralların boyunduruğunda, karanlık ve karmaşık bir sanata dönüştüğünü düşünüyordu.
Analitik geometri, bilgi yolunu tıkayan eksiklikleri gidermek amacıyla bu iki dalın birleştirilmesinin ürünüydü. Yeni geometride Descartes, bir düzlemdeki noktaları birbirine dik iki eksene uzaklıklarıyla belirtiyordu. Böylece, geometride cebirsel yöntemlerden, cebirde de geometriden yararlanma olanağı çıktı. Pierre de Fermat da gene aynı yıllarda benzeri bir yöntem geliştirmiş ve tek eksenli bir analitik geometri düşüncesini ortaya atmıştı, ama analitik geometri Descartes’ın tasarımı yönünde gelişti. Bir noktanın düzlemdeki yerini, dik eksenlerden uzaklıklarına bağlı olarak gösteren sıralı gerçel sayı ikilisi de Descartes’ın onuruna “kartezyen koordinatlar” adlandırdı. Analitik geometri sonraki yıllarda Sir Isaac Newtoon ve Gottfried Wilhelm Leibniz’in geliştirdiği matematiksel analizin temelini oluşturdu. Üslü yazımında ve bilinmeyen niceliklerin harflerle gösteriminde, günümüzde de kullanılan biçimler geliştirdi.
Pascal
(1623-1662)Fransa doğumludur. Olasılıklar kuramının keşfini Fermat’la paylaşmıştır. Bu kuramı oluştururken Fermat’la sürekli olarak mektupla haberleşmişlerdir. Olasılık kuramında yeni katkıların ortaya çıkış nedeni Chevalier de Mere tarafından 1654 yılında Pascal’a şans oyunları üzerinde sorulan sorulardır. Çözümleri Fermat’la birlikte düşünmüşlerdir. O dönem de bilimsel dergiler olmadığından buldukları yeni sonuçları mektupla meslektaşlarına iletmişlerdir. Kombinasyonlar üzerindeki araştırmaları O’nun aritmetik üçgenine dayanmaktadır. Bu sayıların temel özellikleri Pascal’dan önce bilinmemekteydi. onun çalışmasının önemi, aritmetik üçgenin,binom açılımı, kombinasyonların sayısı vs. gibi ilgili problemlerin çözümüne Pascal’ın uygulamış olmasıdır.
Pascal’ın felsefeyle ilgili en meşhur kitabı "Pensées" ("Düşünceler"), din, hayat ,bilim uzerine, O’nun daha çok dinsel yönünü ve Allah inancını ortaya kor, bunu da şöyle diyerek gösterir;"If God does not exist, one will lose nothing by believing in him, while if he does exist, one will lose everything by not believing. "(Eğer Allah yoksa insan ona inanmakla hiçbirşey kaybetmeyecek, fakat varsa inanmamakla çok şey kaybedecek.) Bu kitabı yaşadığı devirde yayınlanmasına izin verilmese de ölümünden birkaç yıl sonra yayınlanmıştır.
Berkeley
Berkeley bir rahip ve misyonerdir. Böyle olunca da Locke’un felsefesini mistik yönde geliştirmek ona düşmüştür.
Locke ruhda bulunan soyutlama yeteneği sayesinde tümel kavramlar türetebileceğimizi ileri sürmüştü. Berkeley buna karşı çıkar hatta tümel kavramların ruhda bile bulunduğunu kabul etmez. Ona göre nesneler arasında ortak olanı gösteren yeni tasarımlar kuramayız. Örneğin bir taş düşünüldüğünde bütün taşları kapsayan ayrı bir taş kavramımımz yoktur sadece sözü edilen taşı karşılayan, temsil eden tek bir taş kavramımız vardır.
Berkeley nesnelerin genel ve soyut niteliklerini de yok sayar. Yer kaplama, şekil, durum gibi genel nitelikler yoktur. Nesneler üzerine tüm bilgimiz algılarımızdan ibarettir. Bir nesneye ait, algıladıklarımızın dışında başka bir şey yoktur. Örneğin bir taşın rengi, şekli, büyüklüğü vb. nitelikleri dışında bir varlığı veya bu niteliklerini taşıyan bir özü yoktur. Taş algıladıklarımızdan ibarettir. Insanlar algıladıkları şeyleri var kabul ederler. Bir algıyı karşılayan bir obje olduğu fikrini ise filozoflar uydurmuş ve algılanmış nesne ile varolan nesne ikilemine neden olmuşlardır. Ancak ortada bir algı varsa bunun bizim dışımızda bir nedeni de olması gerekir. Çünkü bu tasarımları insanlar yaratamaz. Algılarımızın canlılığı, düzeni ve karşı konulmazlığı bunu kanıtlar. Bu algıların nedeni maddi olmadığına göre manevidir yani Tanrı’dır. Böylece insanın algıları Tanrı’nın bir yaratması olmuş ve dış dünyanın ayrı bir varlığı olmadığı kabul edilmiştir. Doğru tasarımlar da Tanrı’da bulunur, insanın doğru tasarımları da bunlara uygun olanlardır. Yanlış ve yanılmalar da Tanrı’nın tasaramlarına uygun olmayanlardır.
Locke iki açık kapı bırakmıştı. Birincisi materyalizme, ikincisi mistisizme. Berkeley ikincisinden geçerek sonuna kadar yürümüş ve nesnelerin varlığını reddetmiştir. Algılarımızdan ibaret olan bu tasarımların sonsuz güçlü olan Tanrı’nın bir yaratması olduğuna ve mucizelerin olabileceğine inanmıştır. Bu ise o zamanlar Newton tarafından öne sürülen doğadaki mekanik zorunluluk ve nedensellik ilkelerinin tam karşıtıdır..
IMMANUEL KANT
Batı dünyasının yetiştirdiği en büyük filozoflardan biri olan Kant, felsefesi ile kendisinden sonraki pek çok filozof için bir çıkış noktası, bir tartışma zemini olmuştur. Kant felsefesi, felsefe tarihi içinde başlıbaşına bir akımın, bir dönemin oluşmasına neden olmuştur. Kant çok varlıklı olmayan bir ailenin oğludur. Dini ağırlıklı olmakla birlikte kilisenin katılığından uzak olan bir okulda eğitim gördükten sonra Königsberg Üniversitesine girdi. Üniversitedeki Felsefe ve Doğa Bilimleri eğitiminden sonra özel öğretmenliğe başladı. Kısa süre sonra da mezun olduğu Üniversitede ders verme hakkını kazanınca rahat çalışmak için gerekli bir yer sahibi oldu. Bu sırada Evrenin oluşumunu açıkladığı bir kitap yazdı. Bu teorisi ve aynı sıralarda Kant’dan habersiz olarak benzer bir teori geliştirmiş olan Laplace’ın çalışması ile birlikte ünlü Kant-Laplace teorisi ortaya çıktı. Daha sonra bir tez ile Metafizik ve Mantık Ordinariüs’ü oldu. Bu tez ile kendi felsefesinin sinyallerini vermiş ancak yine de buraya kadar Leibniz felsefesi çevresindedir. Bundan sonra Kant onbir yıl boyunca çok titiz bir çalışma dönemi geçirmiş, kendi felsefesini olgunlaştırmış ve pek birşey yayınlamamıştır. Sonunda yeni bir felsefe çığırı açacak olan ve felsefesini temellendirdiği eserini yayınlamış. Bundan başka iki önemli eseri daha bulunan Kant’ın irili ufaklı pek çok yazısı bulunmasına rağmen bu üç eseri felsefesinin temelini oluşturur.
Kant çalışmasında "transcendental" yöntem adını verdiği bir yöntemi kullanır. Bu yöntem ile bilgiyi kendisi ve aklın sınırları içinde araştırır. Kant yargıları sınıflandırmıştır. 1. Analitik yargılar; Bir kavramı, cismi sadece açıklayan onda var olanı bildiren yargılardır. 2. Sentetik yargılar; Bize yeni birşeyler bildiren, kavramlarımızı başka kavramlarla birleştirmemizi sağlayan yargılardır. Bunlardan başka yine iki sınıf yargı vardır. 1. A priori yargılar; Zorunlu, tümel geçerliliği olan ve deneylerle değişmeyen yargılardır. 2. A posteriori yargılar; Deneyler ile değişebilecek sallantılı ve güvenilmez yargılardır. Kant bu sınıflandırmayı yaptıktan sonra hem sentetik hem de a priori olan yargılara ulaşmaya çalışmış ve çalışmasının sistemini bu yönde kurmuştur. Bu tür yargılar tanımlarından da anlaşılacağı üzere hem bilgimizi genişleten hem de deneyler ile değişmeyecek tümel geçer yargılardır. Bu tür yargılar matematik ve fizik gibi konularda bolca bulunabilir. Örneğin; Doğru, iki nokta arasında en kısa yoldur. Bu yargı deney ile değişmeyeceğine göre a priori ve iki nokta arasında en kısa yol olması "doğru" kavramının kendisinden çıkartılamayacağına, yeni bir şey söylendiğine göre sentetik bir yargıdır. Peki bu tür yargılar metafizik konularda da bulunabilir mi? Işte Kant’ın bulmak istediği de budur. Metafizikte böyle yargılara ulaşmak demek metafiziğin bir bilim olabilmesi demektir, bilimsel bir yöntemi olması demektir, yoksa metafizik bir bilim olmaktan çıkar ve imkansızlaşır.
Kant’a kadar olan felsefede hep, cisimler üstüne kurulan bilginin, tasarımların cisimlerden edinildiği fikri hakimdi. Ancak Kant bu düşünceyi tersine çevirmiştir. Ona göre cisimler üstüne bir bilgi oluşabilmesi için deney ile oluşan a posteriori görüler ile deneyden bağımsız a priori kavramların birlşmesi gerekir. Yani deney ile bir bilgi oluşabilmesi için a priori olan kavramların deneye şekil vermesi onu biçimlendirmesi, bir form kazandırması gerekir. Eğer bu a priori kavramlar olmasaydı deney kavranamazdı. Aynı şekilde bir görü ile birleşmemiş kavramların da içleri boştur ve anlamsızdır. Kant bu durumu şöyle özetlemiş; Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür. Böylece bilgi, cisimlerden ayrı olan Kant’ın kategoriler dediği a priori bir temel üzerine kurulmuş oluyor. Bu kategorilerden başka bir de doğa yasalarını tespit eden yargılar vardır. Bu yargılar sayesinde doğadaki cisimler arasındaki bağlantılar oluşturulur. Doğa cisimler ile aralarındaki bağlantılardan, yasaladan ibarettir.
Metafiziğin konusu ise idelerdir. Ideler, cisimler dünyasında bir karşılıkları olmayan salt akıl kavramları, metafizik objelerdir. Kant ‘a göre akıl doğal yapısı gereği metafizik ideleri araştırmaya yatkındır. Ancak deneyin dışında çıkan akıl zorunlu olarak çelişmelere düşer. Işte bu nedenle Kant eğer metafizik ile uğraşılacaksa bunun bilimsel bir yöntemle yapılmasını doğru bulur.
Kant ahlak konusunda da a priori bilgiyi, tümel geçerliliği olan bir ahlakı arar. Ona göre doğa insanı bir ereğe göre yaratmıştır. Bu erek olsa olsa iyi istençtir. Çünkü insanın aklı vardır ve akıl insana cisimlerin üzerinde ayrı bir değer kazandırır ve ona ereğe bağlı bir ödev duygusu verir. Işte bu ödev duygusundan koşulsuz olarak çıkan eylemler iyi dir. Bunun yanında insan doğanın bir parçasıdır yani dağal eğilimleri vardır. Bu durumda insanın, eylemlerini gerçekleştirirken ödevi ve doğal eğilimleri arasında bir çatışma veya uyuşma olabilir, ancak bir uyuşma olması eylemi iyi yapmaz. Eylemi iyi yapan ikinci özellik ise eyleme sebep olan ilkedir. Eylem bir nesneye yönelmiş olabilir ama onu iyi yapan bu eyleme başlatan ilkedir.
Kant ahlak konusunda bu tür yasaları aramıştır. Ona göre iki tür ahlak yasası vardır. Birinci tür yasalar bir koşula bağlıdır. Örneğin; Åzöyle olmasını istiyorsan şöyle yap, gibi. Ancak bu tür yasalar tümel geçer özelliği taşımaz ve herkes için bağlayıcı olamaz. Ikinci tür yasalar ise kesin ve mutlak olarak emreder. Bu tür yasalar a priori olmayan deney dünyasındaki bir sonuç için veya içgüdüler için söylenemez çünkü zorunlu, tümel geçer ve koşulsuz olmak zorundadır. Bu tür yasanın birinci formülü "Genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye göre eyle" ‘dir. Bu formülle bu tür yasaların ne oldukları belli olmaz ancak bir çerçevesi çizilmiş olur. Ikinci formül "Insanlığı, kendinde ve başkalarında, hiçbir zaman bir araç olarak değil, hep bir erek olarak görecek gibi eyle" dir. Üçüncüsü "Özerklik (Autonomie) idesine göre eyle" dir. Burada aklın kendisini gerçekleştirebilmesi için özgür olması gerektiği ortaya çıkıyor ve akıl kendi yasasını kendisi koyabilirse özgür olur. Böylece Kant, insanın doğa yasaları dışında kendi yasalarına da bağlı olduğu sonucuna varıyor. Özgürlükde böylece mümkün olabiliyor.
Ona göre esteteik konusundada bir a priori vardır. Yani zevkler tartışılmaz değildir. Kant bunu dört önerme ile savunur. 1."Beğeni, bir obje üzerine, hiçbir karşılık gözetmeden hoşlanma ve hoşlanmama ile yargı verme yetisidir. Böyle bir hoşlanmanın konusuna da güzel deriz." Buradaki önemli nokta, hiçbir karşılık gözetmeme halidir. Estetik beğeni bir yargı vermedir ve hiçbir edimsel yanı yoktur. Böylece güzel, iyi ve yararlı olandan ayrılmış oluyor. Çünkü yararlı veya iyi olan bir şeye sahip olmak isteriz. Oysa güzel’in eylem ile bir ilgisi yoktur. 2. "Güzel, kavramsız bir şekilde, genel olarak hoşa giden şeydir." Güzel’i güzel yapan kavramsız olmasıdır. Eğer bir portre karşısında ben bu kişiyi tanıyorum gibi bir yargı verirsek bu esteteik bir yargı olmaz. Hoşa gitme de geneldir, çünkü burada bir a priori vardır. Böylece estetik yargı bilgiden, güzel’de doğrudan ayrılmış oluyor. 3. "Güzellik, objede bir ereğin bulunduğu tasarımı olmaksızın bir objenin ereğe uygun olmasının formudur." Burada anlatılmak istenilen objeyi güzel yapanın, obje oluşturulurken gözetilen erek değil onu algılayan bakımından ereğe uygun olma durumudur. 4. "Güzel, kavramsız olan zorunlu bir hoşlanmanın konusu diye bilinen şeydir." Böylece beğeni yargıları zorunlu oluyor.
19.ncu yy.’da ortaya çıkan ve Alman idealizmi olarak bilinen dönem tamamen Kant’ın yol açtığı bir dönemdir. Önceleri pek anlaşılamayan Kant’ın kritik yöntemi felsefe için çok verimli bir kaynak olmuştur. O dönemin tüm Alman idealistleri Kant’ı çıkış noktası almışlar ve bir sisiteme ulaşmaya çalışmışlardır. Ortaya çıkardığı sonuçlar nedeniyle Kant felsefesi tarihte özel bir yere sahiptir.
Karl Marx(1818-1883)
Karl Marx bir Alman filozofudur.Günümüzde insanlığı en çok etkileyen filozoflardan biridir.Düşüncelerinden dolayı ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış , belli bir süre Belçika ve Fransa’da yaşamış ve oralardanda sürülerek Ingiltere’nin Londra kentine yerleşmek zorunda kalmıştır , oradada ölmüştür.En önemli eseri ” Daskapital ( Kapital Sermaye )” dir.
Marx’a göre gerçek var olan maddedir , evren sürekli bir değişim içinde olan maddeden başka bir şey değildir .
Ancak , değişim evrimsel değil devrimseldir. Madde , sıçramalar ve niteliksel dönüşümler biçiminde değiştiği için başlangıca geri götürülemez.Var olan şey , maddenin değişmiş bir görüntüsüdür.Madde , değişik fiziksel ve kimyasal süreci başlatmıştır .( cansız doğa ). O da sıçrama ve niteliksel değişmelerle biyokimyasal ( canlı ) düzeye ulaşmıştır. Canlı değişerek tekrar değişerek bilinç kazanmış ,böylece zihinsel süreç başlamıştır ( insan ) .
Tarihi ve toplumu yaratan insandır .Tarih , insanın doğayla verdiği mücadelenin bir öyküsüdür. Tarih ve düşünce üretim ilişkilerinin bir sonucudur.Insan etkin bir varlıktır.Hem kendini hemde doğayı değiştirerek ona biçim kazandırır.
Marx herşeyin temelinde maddeyi görür. Ancak madde diyaletik bir değişim süreciyle diğer varlıklara dönüşür.Hiç bir şey durağan değildirHerşey değişir , oluşur ve birbaşka şeye dönüşmek üzere yok olur. Insan etkin bir varlıktır.doğayı ve kendini değiştirme gücüne sahiptir.Doğanın edilgen ( pasif ) bir üyesi değildir.
Marx diyalektik yöntemi geliştirirken Hegel’den etkilenmiştir. Hegel ,idealist bir filozoftur. O , aklın ( idenin ) , kendine yabancılaşarak ,kendini yadsıyarak doğa haline geldiğini , sonrada insan bilincinde kendine döndüğünü söylüyordu. Hegelde , diyalektik aklın bir değişim sürecidir. Oysa Marx , ” başının üzerinde duran ” diyalektiği ayaklarının üzerine oturtuğunu söyleyerek diyalektik değişim sürecini madde ile başlatır. Yani diyalektik ,Marx ‘ta maddesel temele oturur.Marx’a göre diyalektik hem doğanın hemde düşüncenin gelişim yasasıdır.
Diyalektik maddecilik beş ilkeye dayanır .
BÜTÜNSELLIK :Var olanların hepsi birbiriyle ilintilidir.Herhangi bir nesne tek başına diğerlerinden soyutlanamaz.
DEÄzIÅzME :Var olan herşey bir durumdan başka bir duruma dönüşerek değişir.
NICEL DEÄzIÅzMELERIN NITEL DEÄzIÅzMELERE DÖNÜÅzMELERI :Nicelik değişimleri belli ve yoğunluğa ulaştıktan sonra bir nitelik değişimi gösterir ( Suyun 100 °C ‘ye kadar kaynatılınca sıvı halden buhar haline dönüşmesi gibi.)
ÇELIÅzME eğişim , karşıtların çatışmasıdır.Her varlık zıddını kendi içinde taşır.Varlık kendisi ile çelişir.Çelişme olmasaydı gelişme olmazdı.Tez kendi antiteziyle çatışarak sentezde yeni bir varlığa dönüşür.Yeni varlık , öncekinden daha yüksek bir düzeyde ve gelişmiş olarak ortaya çıkar. Diyaletiğe göre değişme sürekli olarak başladığı noktaya dönme biçiminde değilde helezonik ( sarmal ) bir şekilde gelişerek yükselmekte ve ilerlemektedir.
AÅzMA : Aşma , varlığın çelişme ve olumsuzlanmalardan geçerek ilerleyişidir.
Toplumların en ilkel biçimlerinde mülkiyet ortaktır. Ortaklaşa mülkiyet genellikle özel mülkiyete doğru gelişmiş ve kapitalizmi doğurmuştur.Kapitalizm, kendi çelişkilerini içinde toplayarak karşıtını yani SOSYALIZM’i ortaya çıkarmıştır.
Marx , insan varlığını açıklarken de felsefenin temeline ”yabancılaşma” kavramını koyar. Insan, ürünleri ortaya koyarken birçok zenginlikler yaratır.Bu zenginlikler onun karşısına para olarak dikilir.. Onu egemenliğine alır. O, paranın oyuncağı haline gelir. Insanın yarattığı nesneler , kendi başına büyük bir dünya kurarak onu yönetmeye kalkarlar. Işte insanın, bu durumun bilincine varması , yabancılaşmasıdır.Marx materyalizmi diyalektik materlalizmdir Bu özelliğiyle mekanik maddecilikten ayrılır ve onu reddeder.Mekanikçilere göre, herşey maddeden meydana gelmiştir.Madde, doğada hep vardır. Değişim maddenin hareketi ve yer değiştirmesidir. Tüm varlıklar, maddenin mekaniksel yer değişmesiyle oluşur ; doğanın bir parçasıdır. Insanda doğanın edilgen bir ürünüdür.
19. Yüzyıl boyunca, en azından Kıta Avrupası’ndaki en etkileyici düşünür Karl Marx’tı. Marx, kapitalizm teorisinde insan toplumlarının gelişmelerinin tunç yasalarını keşfettiğini ileri sürdü. Marx’ın teorisine göre, tarihi safhaların birbiri peşisıra akışı sürecinde, kapitalizmin yeri, kaçınılmaz olarak, önce sosyalizm ve daha sonra tam-teşekküllü komünizm ve sınıfsız toplum tarafından alınacaktı. Marx’la sosyalizm “bilimsel”-sonun peşinen bilindiği ve sürecin akışını değiştirme teşebbüslerinin başarısızlığa mahkûm olduğunu öngören bir fikirler yapısı- oldu.
Bütün sosyalist partiler Marx’ın fikirlerinin etkisi altına girdi. Bugün dahi, Marksizm sol kanattaki pekçok kimsenin düşünce yapısında önemli roller oynar. Başka bir değişle Marx ölmemiştir. Marx ve izleyicileri insanlık tarihi teorileriyle öylesine meşguldüler ki, kendi konumlarının sosyalizmin etik bir sistem olma iddiasıyla bağdaşmazlığını kavramadılar. Eğer tarih kaçınılmaz olarak sınıfsız topluma doğru akış halindeyse, olayların gidişini değiştirmek veya hızlandırmak yolundaki bütün teşebbüsler anlamsız-faydasız olacaktır. Marx’ın teorisindeki kimi belirsizlik ve muğlaklılara rağmen, sosyalist filozoflar arasında tartışılan tek konu bir devrimin mi yoksa genel oy hakkı tarafından hızlandırılmış barışcıl gelişmenin mi tarihin sonuna ulaşmak için gerekli ve yeterli olduğuydu. Bu mevzu etrafındaki tartışma, Avrupa kıtasındaki sol siyasî hareketlerin bir tarafta komünist ve devrim taraftarı bir kanada ve diğer tarafta toplumun meşru amacına demokratik yollarla ulaşmanın lehinde olan sosyal demokrat gruba bölünmesinin sebeplerinden birisidir.
Bunlara karşın görüşleriyle insanlık tarihinin değişmesinde etkili olan en önemli düşünürlerden biridir.
Nietzsche
Nietzsche(1844-25.8.1900) yaşamı bakımından 19. Yüzyıla, felsefesi ve yol açtığı etkiler bakımından ise hem 20. yüzyıla hem de geleceğe aittir. ‘Gelecek’ kavramı ve ‘insanın geleceği’ sorunu, onun üzerinde en çok durduğu sorunların başında gelir. Nietzsche, çok yönlü bir insandır: filolog, yazar, filozoftur. Ama aynı zamanda şairdir. Hemen hemen bütün eserlerinde düşünsel yön ile edebi/sanatsal yönlerin iç içe geçmiş olduğunu saptayabiliriz. Nietzsche’de felsefi ve estetik öğeler sürekli birlikte, birbirini gerektiren bir biçimde bulunur. Yani felsefe ile şiir arasındaki ilişki, onun insan anlayışıyla bağıntılıdır. Nietzsche insanı, yaşama eylemleri içinde gerçekleşecek, ortaya çıkacak bir yetkin varlık (bütünlük) olarak düşündüğü için, bu bütünlüğün gerek oluşmasında gerekse kavranılmasında hem akılsal (felsefi) hem de coşkusal (estetik) boyutlar ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır.
Insan ve kültürle ilgili problemler başlıca ilgi konusunu oluşturduğu için, onu bir kültür filozofu olarak görebiliriz. Bir kültür filozofu olarak Nietzsche, tüm yaşamı boyunca, bir insan ve kültür felsefesi oluşturmuştur. (Bu felsefe uğraşında özellikle nihilizm problemiyle bir hesaplaşma ve yine bununla bağıntılı olarak üstinsan kavramı ve düşüncesinin işlenmesi söz konusudur.) Onun felsefesi aynı zamanda bir kültür eleştirisi olma özelliğini taşımıştır. Nietzsche’nin Avrupa kültürünün en güçlü eleştiricilerinden biri sayılması da, haklı nedenlere dayanmaktadır. Çünkü onun kadar kendisiyle, toplumuyla, tarihiyle ve kültürüyle cesur bir şekilde hesaplaşmayı deneyen kimse pek olmamıştır. Avrupa kültürü ve felsefesinin karşımıza çıkan en önemli sorunlarından biri ve belki de başlıcası olan nihilizmden kurtulmak için, aslında ona neden olan şeylere sarılma eğiliminin ağır basması da, insanların, gerçek anlamda nihilizmle hesaplaşmayı göze alamadıklarının göstergesidir.
Nietzsche’nin adıyla birlikte çoğu insanın aklına ilk gelen başlıca bazı kavram ve deyimler mevcuttur: “iyinin ve kötünün ötesi”, “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”, “tanrının ölümü”, “üstinsan”, “güç istemi” vb. Gerçekten de bu ve benzeri kavramlar/sözcükler Nietzsche’nin tüm yapıtlarında sıkça yer alırlar. Ancak insanların belleğinde iz bıraktığı anlaşılan bu kavramların her zaman doğru biçimde ya da filozofun öngördüğü biçimde anlaşılmış olduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir.
belgesi-2383