Mehmet’in, Akkoyunlular, Karamanoğulları, Memlûklar, Venedikliler, vb. hangi dinden olursa olsun tüm diğer siyasal güç odakları gibi Bizans’ın da düşmanı olduğu ve onu en kısa zamanda işgal ve ilhak etmek amacında olduğu kesin; ancak bunu Hıristiyan oldukları için yaptığı, “Hıristiyanlığın bağnaz düşmanı” olduğu, hele ki “genelde tüm Hıristiyanları ortadan kaldırmayı amaçladığı” iddiası külliyen yanlıştır. Aksine Bizanslılarla evlenmiş Orhan, Murat vb. yanı sıra çöküş döneminde Hıristiyan devletlerin kuklası olan padişahlar da dahil, onun kadar Hıristiyan dostu olan bir başka padişah daha olmamıştır demek, Fatih gerçeğinin ta kendisidir.
Müslüman büyümüş ve Müslüman bir imparatorluğun egemeni olarak elbette ki Müslümandır; ama Müslümanlığı da asla iktidarından ve onun gereksinimlerinden önde değildir. İşte “böyle” Müslüman olan Fatih’in Hıristiyan dostluğu da “böyle”dir.
O’nun Bizans’la ilgilenmesi, her gerçek imparatorun yapacağı gibi Hıristiyan düşmanı olmasından değil, tamamen siyasal bir ilgidir. 1480 yılında şehir nüfusunun % 58’inin Türkmen olmasına karşılık, % 23’ü Rum, % 19’u Ermeni, Yahudi ve Latinlerce oluşturulur.
Esasen işgalin ilk günlerinde nüfusu köleleştirip dağıtılmış bir kentte bu politikayı uygulamak için ayrıca bir şey yapmak da gerekmiyordu. Oysa Fatih, tam tersine, gelsinler diye bedava ev ve iş yeri vermek de dahil şehri % 40’lar civarında gayri Müslimle doldurmuştur.
Fatih’in iskan politikası sonucunda, 1550′ nin İstanbul’unda 60 bin Müslüman evine karşılık 40 bin Hıristiyan, 4 bin Yahudi evi var. Nüfus yaklaşık 500 bin; yani % 57 Müslüman, % 43 gayri Müslim şeklindedir. Bu denge, salt Bizans artıklarıyla yetinmeyip, şehre resmen gayri Müslim nüfus aktarımı politikası izleyen Fatih’in eseridir. Ancak iradi olarak oluşturulan bu oran bir müddet sonra dönemin iktidar güçlerini rahatsız edeceğinden, bu kez yine iradi olarak düşürülmeye çalışılacaktır.
Lamartine, Fatih’ten, “Padişahlar içinde en az inanç sahibi” olanı diye söz eder. Fetih ile birlikte, “erdemleri ve kusurlarıyla Bizans’ı sindirmiş” yeni bir Osmanlı gerçeği inşa etmiştir. Gerçekte Fatih, Osmanlı’nın şeriatı en çok revize eden, şeriata değil koşullara uygun bir imparatorluk keyfiyeti güden, deyim uygunsa laikliğe en yakın Osmanlı padişahı olmuştur.
Abartılı bir iddia olmakla birlikte Sadi Irmak’ın şu ifadesi bütünüyle temelsiz değildir: “Fatih’in bütün yerli ve yabancı çağdaşları şu noktada birleşmektedirler ki, O, belki bütün zamanların ilk laik Müslümanıdır. Sarayında Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan yana yaşamakta ve itikat konuları dahil her ilmi meseleyi en büyük bir müsamaha ile tartışabilmekteydiler.”
“Fatih’in en fazla dikkate değer taraflarından bir tanesi de onun 18. asrın sonlarına kadar gelip geçmiş Osmanlı padişahları arasında taassuptan en fazla sıyrılanı ve Batı’ya karşı yakınlık duyanı olmasıdır”
Batıyı anlamaya özel bir gayret göstermiş olan istisnai Osmanlı padişahlarından olan Fatih’in kütüphanesi hakkında geniş bir etüt yayımlamış olan Mordmann diyor ki: “Bu kütüphane insanlık tarihinin temel noktalarından biridir. Fatih laik bir hükümdardı ve hem Doğu, hem de Latin kültürüne hakimdi.”
Özetle Fatih, resmi tarihlerin çizdiği tabloların aksine “millici” bir ekonomi politika izlemeyecek, ekonomik ilişkilerde Müslüman Hıristiyan ayrımı yapmayacaktır.
İdeolojiler üstü imparatorluk siyasetiyle Fatih, devletin gelirlerini arttırırken başvurduğu şeriat dışı uygulamalar bir yana, vakıfların, hatta tarikat vakıflarının mallarına bile el koymakta ikirciklenmemiştir.
Savaşa rağmen çıkardığı yasayla Hıristiyanlara ikonlarını ve kutsal kitaplarını elde bulundurma, Pammacaristos Katedrali dahil kiliselerinde inançlarını yerine getirme özgürlüğü tanımıştır.
Fatih, Gazzali gericiliğine de itibar etmemiş ve onun İbn-i Rüşt ile yaptığı tartışmayı, keza din ile felsefe ve mantık arasındaki ilişki ve çelişkileri irdelemek üzere İran’dan gelen Ali Tusi’yle Hocazade’yi tanıştırmıştır. Yine, kararların meşruiyetini sağlama dışında İslam ulemasına pek itibar etmeyen Fatih’in, Trabzon işgali sonrasında teslim olan Rum bilim adamı Amirutzes ve oğluna Batlamyus’un kitabını çevirtmesi, dünya haritası yaptırması ve sarayında yaşatıp teşvik etmesi hep belli bir arayışın, her şeyin Kitap’ta (Kur’anda) olduğu şeklindeki (karşı çıkanların ‘kafirlikle’ suçlandığı) geleneği kırmaya çalışmanın ifadesidir. Kuşkusuz “Babinger’in Deismann’ın iddiasına karşı söylediği gibi, Fatih’i bir Rönesans hükümdarı telakki etmek mübalağalıdır. Bununla beraber, Fatih devrinde Osmanlı kültürünün Garp kültürü ile serbest bir şekilde temasa geldiği ve (buna karşılık) müteakip devirde bunun kösteklendiği de bir vakıadır.”
Fatih’in, Bellini’ye resmini yaptırmakla yetinmeyip, yeni sarayının duvarlarına Rönesans usulü fresklerle süslemeler yaptırması, dönemin atmosferi düşünülecek olursa büyük bir adımdır. Daha ilginci sarayın doğu ucundaki iç odalarında yapılan resimler erotiktir.
Veli adıyla bilinen oğlu II. Beyazıt, sofu ve barışsever bir hükümdardı. Babasının ‘bir fitneciler ve riyakarlar sürüsü yüzünden Peygamber Hukuku’nu ihlâl etmiş olduğuna’ inanıyordu. Fatih’in İtalyanlarca yapılmış olan resim ve heykellerinin büyük bir bölümü tiksintiyle elden çıkarıldı.
Bugün İngiltere’de British Museum’da olan Bellini’nin meşhur portresine gelince, önce üzerine boya geçirilerek imha edilmek istenmiştir. Babinger’e göre ise Fatih’in ölümünden sonra II. Beyazıt tarafından sattırılmıştır. Sonuçta resim, İngilizlerce temizlendikten sonra müze koruması altına alınmış ve bu sayede günümüze ulaşma şansını elde etmiştir.
Fatih sonrası Osmanlı sarayı hızla çoraklaşmaya başlayacak, din eğitimi dışındaki dallar tasfiyeye uğrayacak, bununla kalmayıp din eğitimi de tek tipleşecektir. Fatih tarafından himaye edilen dönemin en büyük bilim adamlarından matematikçi Lütfi Tokadi (Molla Lütfi) dönemin egemen ideolojisiyle ters düşmesi sonucunda, 1494 yılında, bizzat Beyazıt’ın emriyle, hem de Hipodrom’da toplanan büyük bir kalabalığın önünde idam edilecektir.
1515’te, 60 yıldır Avrupa’da kullanılmakta olan matbaacılığa yönelik ilgilerin önü kesilecek, matbaacılıkla uğraşacak Müslümanlar, Yavuz’un fermanıyla idamla tehdit edilecektir. Kanuni zamanında bütün kiliselerin camiye çevrilmesi ve Hıristiyanlara tanınan hakların sona erdirilmesi için, 1521 ve 1537’de iki kez girişimde bulunulacak ve ancak devlet bürokrasisinin, bu aşırılığın sonuçlarına dikkat çekmesiyle ikna edilip vazgeçirilebilecekti.2
Fatih, Hıristiyan devletleri yıkmaya çalışmış ama asla onların dinini tasfiyeye kalkmamıştır. Özellikle Ortodoks devletlerle savaşmış ama aynı şekilde Katolikliğe karşı Ortodoksluğun dinsel örgütlenmesini desteklemiştir.
Tüm bu gerçekler ışığında, Spandovyn Contacassin’in, Fatih için, “Hıristiyan da değildi Müslüman da. O ancak erdem ve kadere inanır” yargısı öyle kolayca yabana atılacak bir yargı değildir.