Canlı olduğundan emin olmak için dil’de sürüklenir Nigar Okyay. Yapısal anlatı ve söyleyişten dışarıya atıp kendini; evet, evet can havliyle yapar bunu, yoksa “tilkinin başını kızken ezmeli” diyen eğitmenler vardır her yerde, ‘dalgalanan’ bir söyleyişe uzatır dilini. Bu yüzden dil’i asan bir kaçak gibidir. Yani, diğer bir deyişle dil’i asmış bir hali vardır ‘yükünü tutmuş bir dilin’ kıyılarından ötelere bakarken. Sürüklenişini, kaçışını üstlenebilecek bir dile çalışır. Burada sözcüklere yeni yükler verebilmek için sözcükleri eski bağlantılarının dışında kullanmaya çalıştığını söylemek istiyorum Nigar Okyay’ın. Diğer bir deyişle bir yandan sözcükleri, sözcükler arasındaki yerleşmiş ilişkileri, söz kalıplarını “yersizyurdsuzlaştırıp” bildik ağırlıklarından, yüklerinden boşaltırken, bir yandan da bir oluş sahası içinde, dile yeni “yeriniyurdunu” buldurma çabası içindedir. Bunu yaparken Cemal Süreya’nın o meşhur yazısında (Folklor Şiire Düşman) Braque’nin resim üstüne söylediklerinden hareketle söz ettiği “şiirsel yük” bütün şiirlerinde görülür Nigar Okyay’ın. Öyledir, “Braque’ın lafıyla … , poetik”tir. ‘Yükünü almış dil’ kalıplaşmış, donmuş, nerdeyse ölü bir düzen sunarken oradan doğru başını kaldırır Sus Dağı’nda Nigar Okyay. Bir “azınlık oluş”tur bu. Başka türlü düşünüp, öyle yazmak. Kalıplardan ilişkilere geçiş, akış. Akışın, akmaktan başka ittifak yapacağı bir şey yoktur. Nigar Okyay’ın asla verili olana bağlı olmadığını ve bir akış oluşturduğunu söylüyorum. “Ölümün tuhaf kültürü” yoktur onda; bu, her şeyden önce canlı, capcanlı bir süreç oluş’tur. Tam da bu yüzden, akışın herhangi bir kalıplaşmış kurala pirim vermediği doğruysa, Nigar Okyay da “ölümün bu tuhaf kültürü”nden kaçar sürekli. Nesnelerden ilişkilere, olmalardan oluşa yayar şiirlerini. Tam şurada ya da burada diyemeyeceğimiz bir şiirdir bu. İyi ki böyledir, çünkü bu yersizyurdsuzluk şiiri diri tutar. Zaten dirilik de canlılığın en bariz özelliğidir. Nigar Okyay geri dönüşümsüz bir şekilde nicelikler dünyasından nitelikler dünyasına ve dolaysıyla da az önce söylediğim gibi oluş dünyasına geçer. Böylece yaşayan dünyaya dahil olur, yani sürekli oluşur. Doğduğumuz, aşık olduğumuz, acılar çektiğimiz, kırlarında yürüdüğümüz, gökyüzüne baktığımız, kavga ettiğimiz, neşelendiğimiz, öldüğümüz dünyadır burası. Şiirsel çabanın bir hükmetme uğraşı olduğu günümüzde böyle bir saldırganlığa hiç bulaşmadan dünya dediğimiz büyülü karışıma dalar. Elinde ‘oluş’tan başka bir şey yoktur.
sus dağı
gökte kızgın toynakları bulut
dağ vahşi ve gri bir at imiş
koşarken suya
yelesinden taşıyor
alaca şafak
boşalıyor ufuk
beyhude soruyum kendime
yüzüyorum boşluktan
dökülen zaman ağları
dolanıyor kulaçlarıma
aşk yüzmekmiş dağı tek başına
ölü deniz ülkesinde
yüzümde susuyor dağ
dağın
susarken
denize aktığı sestesin
aşk.
“dağın/ susarken/ denize aktığı/ sestesin aşk” diyen kimdir? ‘Oluş’, burada dağı denize doğru yayarak kaçırır, akışın doğurganlığını yayar. Dirim ya da canlılık planı, Nigar Okyay geri dönüşümü olmayan bir doğum taşır, oracıkta, her şeyin ortasında kendini doğuruverir rüzgar gibi. Sus Dağı’nda eksik olmayan bu doğumdur. Aniden ortaya çıkar, her şeyin arasından, içinden geçer, gövdemizi sıvazlar, bir serinlik verir, üşütür, şeklimizi şemalımızı bozar. Evet, evet ıslıktır bu şiirler, bir hayat damlası. Damlar hayatımıza, dalgalar oluşturur. Dalgalanırız.
Kaynak: Cumhuriyet Kitap Eki-2007
belgesi-1603